13 Haziran 2007 Çarşamba

1. Dünya Savaşı'nda bizi Araplar değil Siyonist Yahudiler arkadan vurdu- 3

Osmanlı'ya karşı

savaşan Yahudiler

2. Abdülhamid'in bütün çabalarına rağmen rüşvetle alınan topraklar üzerinde kurulan İsrail'in tarihi ibretlik derslerle dolu.

Bunlardan birini Mustafa Armağan Turkuaz'da yazdı: (KAYNAK: Zaman-Turkuaz eki, 06 Ağustos 2006)

***

1897 yılında kendi isteği üzerine Kudüs Valiliği’ne tayin edilen Mehmed Tevfik Bey (Biren), 4 yıl başarıyla görev yapar. Siyonistler onu sevmemişlerdir, çünkü Sultan II. Abdülhamid’in defalarca koyduğu yasaklara rağmen akla hayale gelmeyecek yollardan Filistin’e sızan ve bir kere girdiler mi, bir daha çıkarılması mümkün olmayan Yahudilerin göçüne engel olmaya çalışmış, görevinde gevşeklik gösteren memurları cezalandırmıştır. Ancak o zamanki şartlar göz önüne alındığında (sanki durum şimdi farklı mı?) İstanbul’da kanun çıkarmak ve bunu taşraya bildirmek yeterli olmuyor, icrada bulunanların da denetlenmesi gerekiyordu kanunun amacına ulaşabilmesi için. İşte Vali beyi de çileden çıkartan nokta buydu.

Başkentteki sarayında Abdülhamid Han istediği kadar “Musevilerin arz-ı Filistin civar ve inhâsında ma’dûd olan [sayılan] Suriye ve Beyrut vilayetleri dahilinde iskânları dahi mahzurdan salim olmayacağına” karar versin, Yahudilere toprak satışını yasaklamaya kalksın, iş Filistin’deki memurun masasına gelince bambaşka bir şekil alıyor, amaç orada tersine dönüyordu.

Onca yasağa rağmen her yıl Filistin’e göçen Yahudi sayısı artıyordu. Bu acziyet ve dahi beceriksizlik, yeni Osmanlı valisini kızdırmıştı. Meseleyi çözmeye karar verdi. Fakat...

Evet, fakat küçük bir sorun vardı: İltimas ve rüşvet. Kendisi de bir Yahudi olan dünyanın para imparatoru Baron de Rothschild kesenin ağzını açmış, yasal olsun olmasın, Filistin’de bir Yahudi yurdu kurulması yönünde 1897 Dünya Siyonist Kongresi’nde alınan kararın hayata geçirilmesi için düğmeye basmıştı. En olmadık adamlar saraydan nişanlar alırken, dürüst adamlara istediği ödüller bir türlü gelmemektedir. Ümidi kırılır ama mücadelesine devam eder Tevfik Bey.

Kudüs’e güya ticaret maksadıyla gelen bir Musevinin, sarayda sözünün geçtiğini söyleyerek, olur olmaz kişilerden rütbe ve nişan vaatleriyle para aldığı, işin daha garibi, vaat ettiği rütbe ve nişanların bir süre sonra hakikaten geldiği duyulur. Olayı araştırınca doğruluğu ortaya çıkar. İşi büyüten İshak Ariye adlı bu Musevi tüccarın, eşkıyaya yataklık yapan, rüşvet komisyonculuğuna girişen, vergi kaçıran, yalandan davalar uyduran bir köyün ihtiyar heyeti üyesine bile para karşılığı “sâlise rütbesi”ni aldırdığı anlaşılınca devreye giren Vali, önce İstanbul’a bir telgraf çekerek durumu bildirir, ardından da Museviyi yakalatıp güvendiği bir başkomiser eliyle Saraya gönderir.

Sonuç olarak bu Musevi tüccarın, saraydaki bendegânı parayla ayarladığı ortaya çıkar. Durum Sultan’a intikal edince beklediği gibi derhal sorumluların cezalandırıldığı ve tüccarın da Edirne’ye sürgüne gönderildiğini öğrenir, görevini yapmanın huzurunu yaşar.

Bilmiyorum, bu olay, Filistin konusunda o kadar hassas davranan II. Abdülhamid’in çevresinin ne kadar büyük bir ahlakî çöküntü içinde olduğunu ortaya koyabiliyor mu? Yani Abdülhamid’in işi gerçekten zordu. Bir dışarıyla mücadele etmesi, bir de etrafındaki adamlarla uğraşması gerekiyordu. Muhtemelen kendi döneminde aleyhine oluşan havada, buradaki bendegân örneğinde gördüğümüz gibi, çalıştığı adamların da hatırı sayılır bir payı vardı. Mesele kendisine intikal ettiğinde müdahale ediyor, durumu düzeltebiliyordu ama hangi birine yetişsin!

Velhasıl, Filistin meselesi bir yandan İngilizlerin diplomatik baskılarıyla, öbür yandan Avrupalı hükümdarların “savaş müteahhitlikleri”ni üstlenen Yahudi para babalarının akıttığı sterlinlerin etkisiyle kangren haline gelecek, nihayet Birinci Dünya Savaşı içerisinde Balfour Deklarasyonu ile karara bağlanacaktı. İngilizlerin Yahudilere duydukları “aşk”tan kaynaklanmıyordu elbette bu karar. (Nitekim İslam dünyasının kalbinde bir toprağı cömertçe vadeden İngiltere, deklarasyonu yayınladığı günlerde kendisine sığınmak isteyen bir Yahudi mülteci gruba yüz vermeyecekti. Siyonist lider Lloyd George elinde şekillenen yeni Ortadoğu projesi için bölgede güvenilir bir “taş”a ihtiyaç duymuştu İngiliz emperyalizmi. O taş yerine konulacaktı.

Ancak bu projenin gerçekleşmesi için Yahudilerin de bir şeyler yapmaları ya da en azından kendilerine lûtfedilenleri “hak etmeleri” gerekiyordu. Bu beklentiyi, asayişi bozdukları gerekçesiyle Filistin’den kovulan ve Mısır’daki İngiliz birliklerine sığınan Yahudi örgüt elemanları karşılamaya karar verdi. İttihatçıların arasına karışarak adını değiştirip gazete bile çıkartmış olan Jabotinski ile Trumpeldor adlı bir Rus Yahudisi başı çekti. İngilizlere, onların saflarında Osmanlı’ya karşı savaşmak için hazır olduklarını bildirdiler. Niyetleri, İngiltere’ye bir Filistin cephesi açtırmak ve orada savaşmaktı ama o zaman böyle bir cephe açmayı gerekli görmemişti komutanlar. En iyisi onları, kıyametin kopmakta olduğu Çanakkale cephesine göndermekti!

Gerçi 18 Mart 1915 kıyameti geçmiş ve İngilizler deniz savaşlarında hiç beklemedikleri bir yenilgiye uğramışlardı. Şanslarını karada deneyeceklerdi bu defa. Mısır’da eğitilen Yahudi Katır Birliği iki gemiyle yola çıkarıldı. Toplam (subaylar hariç) 562 kişiydiler. 25 Nisan’da Gelibolu’da karaya ayak bastıklarında yakalarındaki sarı renkli Davut yıldızı motifli birlik armalarından tanınıyorlardı. Doğrudan savaşmayacaklar ama katırlarıyla su, gıda, mühimmat vs. ihtiyaçlarını karşılayacaklardı birliklerin. İki gruba ayrılmışlardı. Gruplardan birisi Seddülbahir’de, öbürü Anzaclarla Arıburun’daydı. Ancak Anzaclar onları pek sevmemişti. “Türk”e benzedikleri için ara sıra -yanlışlıkla- onları da avlıyorlardı! Bunun üzerine ikinci grup geri gönderildi. Ancak Seddülbahir Grubu ulaştırma birliği olarak görevini canla başla getiriyordu. Nitekim İngiliz askeri istihbarat elemanı Aubrey Herbert, onların “oldukça iyi hizmet verdikleri”ni ve “olağanüstü cesarete sahip oldukları”nı yazacaktı hatıra defterine. (Gerçi disiplinsizlik cezası alanlar ve herkesin önünde yere yatırılarak kamçılananlar da yok değildi.)

Sonuçta Yahudi Katır Birliği 8 kayıp vermiş, 25 kişi de yaralanmıştı. Haziran ayında Kahire’den 150 kişilik bir takviye kuvveti istendi. Birliğin görevi 26 Mayıs 1916’da sona erecekti. Ancak belki iki bin yıldır bir orduda ilk kez görev alan bu Yahudiler, bugünkü İsrail’in kurucu gücü olacak ve içlerinden devlet başkanları, bakanlar, komutanlar çıkaracaktı. Nitekim hemen ardından açılan Filistin cephesinde General Allenby’nin ordusuna Yahudi Lejyonu adı altında katılacak ve bu defa “kendi toprakları” için savaşacaklardı Osmanlılarla.

1919 yılına gelindiğinde London School of Economics’den Halford J. Mackinder, bir yıl önce ele geçirilen Filistin topraklarının İngiltere’nin kurduğu Dünya-Adasının merkezi olacağını yazıyor ve bugüne kadar geçerliliğini koruyan projenin adını koyuyordu. Daha doğrusu, Abdülhamid’in Filistin konusunda neden bu kadar direndiğini kendi açısından izah ediyordu. Aradan geçen 90 yıl, bu direnişin şerhidir.


1. Dünya Savaşı'nda bizi Araplar değil Siyonist Yahudiler arkadan vurdu- 2

KAYNAK: 27 Haziran 2000, Salı Hürriyet

Develi Musevi Tugayları'nı

kuran Joshua Myron öldü

BİRİNCİ Dünya Savaşı sırasında Filistin'de İngilizlerin yanında yer alan ve Osmanlılara karşı savaşan ‘Develi Musevi Tugayları’nın kurucusu olarak bilinen Joshua Myron, 102 yaşında New York'ta öldü.

New York Times gazetesinin haberine göre, Myron'un en yakın arkadaşı olan Vladimir Jabotinski adlı Rus gazeteci, Birinci Dünya Savaşı'nı Osmanlıların kaybedeceğini farkedince, Musevilerin galip gelecek tarafı desteklemesinin kendi yararlarına olacağı görüşünü ortaya attı ve bu amaçla ‘Musevi lejyonu’nu oluşturdu. Gazeteye göre, Musevilerin kendi saflarında yer almasından memnunluk duyan İngilizler, Ortadoğu ve Avrupa'dan topladıkları Musevileri, develerle bir cepheden diğerine taşımaya başladı.

Bu aşamada devreye giren Joshua Myron, taşıma işini üstlendi ve ‘Develi Tugayları’ oluşturdu. Gazete, bu birliklerin, İngilizlerin savaşı kazanmasında önemli rol oynadığını yazdı.

Develi Tugaylar'ında yer almış ünlülerden biri de eski İsrail Başbakanlarından David Ben Gurion da bulunuyor.

New York Times, savaştan sonra ABD'ye göç etmeye karar veren Myron'a İngilizler'in pasaport vermediğini, Myron'un da bu nedenle ABD'ye ‘Türk olarak geldiğini’ kaydetti.

Myron'un New York'ta zengin olduğu ve İsrail devletinin kuruluşu aşamasında ülkesine para ve silah yolladığı belirtildi.

1. Dünya Savaşı'nda bizi Araplar değil Siyonist Yahudiler arkadan vurdu- 1

GİRİŞ YAZISI/SUNUM:

Artık bıkkınlık veren yalanlar vardır. Duyarsınız, cevabını bilirsiniz, yalan olduğu ayan beyandır; ama zaman zaman görürsünüz ki aynı yalan yeniden arz-ı endam etmiş, temcit pilavı gibi ısıtılıp yeniden ortaya sürülmüş.

Dünya Savaşı sırasında evet Araplar İngiliz emperyalizmine alet Osmanlı’dan ayrıldı ve kendi “sömürge devletlerini” kurma yoluna gittiler. Buraya kadar doğru. Osmanlı’ya sırt çevirmek, yok saymak, tarihi mirasını her şeyiyle ortadan kaldırmak suçsa bu faturayı herhalde en önce Türkiye Cumhuriyeti’nin önüne koymak gerekiyor. Bu konu uzundur sadece değinip geçiyoruz.

Osmanlı’dan irtibatını koparanlar sadece Araplar değildi tabii ki. Aynı süreçte Filistin’de bir “Yahudi Yurdu” oluşturabilmek için uğraşan Siyonistler de vardı. Ve bunlar İngiliz emperyalizmi ile iş pişirip önce Çanakkale Cephesi’nde sonra da Filistin Cephesi’nde özel birlikler halinde Osmanlı’ya karşı savaşmışlardı.

Bu ve bunu takip edecek yazılarımızda bu konuya ışık tutmaya çalışacağız.

Yaptığımızın Yahudi düşmanlığıyla ilgisi yoktur. Eğer bir Siyonist, “Siyonizm karşıtlığını” ontolojik olarak “Yahudi karşıtlığı olarak” anlayacak ve anlatmaya çalışacaksa bu onun zeka seviyesiyle ilgilidir. Acırız. (Siyonizm bir “siyasi fikir”dir, başta Yahudi toplulukları olmak üzere karşısında bir çok “karşıt fikir” vardır.)

Önce konuyla ilgili olarak Cengiz Çandar ve Ali Bulaç’ın yazılarını okuyalım..

MUSTAFA AYDIN

***

YAZI: CENGİZ ÇANDAR

Sharon'cu vicdansızlar-

Filistin yalanları...

İsrail'in; Filistin halkına, Hz. İsa'nın doğum yeri olan Bethlehem'deki kiliseyi dahi sakınmadan 'Kutsal Topraklar'ın şehirlerine karşı giriştiği ve tüm dünyaya adeta meydan okuyarak gerçekleştirdiği saldırganlığa tepki göstermek için illa 'siyasi gerekçeler' gerekmez. Eğer, 'vicdan' diye bir şey var ise, eğer kafanın içinde bir nebze 'akıl' bulunuyorsa; buna tepki gösterilir.

Nazilerin İkinci Dünya Savaşı'nda Yahudilere uyguladığı muamelenin bir benzeri, İsrail tarafından bugün tam 35 yıldır işgal altında yaşatılan Filistinlilere uygulanıyor ve bunun manzaraları her gün milyonlarca insanın televizyonlar sayesinde gözünün içine giriyor. Onmilyonlarca, yüzmilyonlarca insan, öfke ve hınç doluyor. Gözyaşları akıtıyor.

İsrail'in uluslararası vicdanda mahkum olmasının sebebi bu. Bu yüzden, bugüne dek pek az konuda sağlanabilen bir uluslararası seferberlik, İsrail'e karşı olarak, söz konusu.

Türkiye'de de durumun farklı olması mümkün değil. En başta, bizim halkımız 'vicdan sahibi'dir. Tarih beraberliği, kültür ortaklığı bir yana, bizim halkımız 'vicdan sahibi' olduğu için kan ağlıyor.

Peki, bu ülkede; İsrail ne yaparsa yapsın, nasıl bir fotoğraf verirse versin, ister 'Kasap Sharon' tarafından yönetilsin, Filistinlilerin uğradığı muameleyi onaylayanlar yok mu?

Var. Hem de bunlar önemsiz kişiler değiller. En önemlileri, İsrail tankları, Filistin halkının 'ulusal simgesi'nin, Yasir Arafat'ın karargahının duvarlarını yıktığı gün, Ramallah'ı işgal ettiği sırada 'tank modernizasyonu anlaşması'nı yangından mal kaçırır gibi imzalayarak, İsrail'e 688 milyon dolarlık çek gönderenler. Bunların ardından, bazı gazetelerin köşelerine ve bazı televizyon kanallarının ekranlarına kurulanlar geliyor. Bu ikinci grubun, İsrail tanklarının Türkiye'deki 'cephe gerisi'nden, açıkça adını koymadan başlatmaya çalıştıkları 'İsrail yanlısı kontratak' üç –ikisi yalan, biri çürük- iddiaya dayanıyor.

Birincisi, Türk toplumunun onyıllardır beynini yıkayan klasik 'Araplar bizi Birinci Dünya Savaşı'nda arkadan vurdu' iddiası. Dolayısıyla, bundan, İsrail'in Araplara yaptığı her zulmü mazur görebilir ve görmeliyiz sonucu çıkarılmak isteniyor.

İkinci iddia, kişiliği kirli, ilişkileri kirli, kafası kirli malum köşe yazarı bozuntusundan kaynaklanıyor: Arafat, PKK, ASALA vs. teröristlerini Filistin kamplarında yetiştirmiş –yani Türkiye'yi hedef almış olan terörün sorumlusu Arafat'tır.

Üçüncü ve çürük iddia ise, Arapların ve bu arada Filistinlilerin, Türkiye'yi Kıbrıs davasında desteklememiş olduklarıdır.

Önce, en yaygın olan birinci 'yalan'dan başlayalım. Bu o kadar uzun yıllar üzerinde hiç tartışılmadan söylenegelmiştir ki, adeta üzerinde tartışılması gereksiz bir 'dogma' haline almıştır: 'Araplar, Birinci Dünya Savaşı'nda bizi arkadan vurdu'.

Mekke Emiri Şerif Hüseyin'in Hicaz'da bazı Arap bedevi kabilelerini ayaklandırarak 1916'da İngilizlerle işbirliği yaptığı doğrudur. Ancak, Birinci Dünya Savaşı konusunda genel bir bilgisi ve fikri olan herkes, bunun 'askeri açıdan' tayin edici bir değer taşımadığını bilir. İngilizlerin daha sonra yerine getirmediği 'bağımsızlık vaadi' ile işbirliğine çektikleri Şerif Hüseyin'in ve oğullarının komuta ettiği bedevi kabileleri, Mekke-Maan hattında, yani 'asıl cephenin gerisi'nde İngiliz kuvvetlerine yardımcı olmuştur.

'Asıl cephe', önce Süveyş Kanalı ve Kanal Harbi'nde Türk-Osmanlı kuvvetlerinin geri çekilmesinden sonra Filistin'de kurulmuştur. Filistin'de tek bir Arap ayaklanmamıştır. Suriye'de, Irak'ta, Lübnan'da Türk kuvvetlerini 'arkadan vuran' herhangi bir olay olmamıştır. Arapların ezici çoğunluğu, İstanbul'a yani Türkiye'ye sadık kalmıştır. Cephedeki komutan, Şam Valisi Cemal Paşa, çok sayıda Arap milliyetçisini idam ettirmiştir. Cemal Paşa'nın ve İttihatçıların, kaba baskı politikalarının Araplarda büyük tepki yaratmasına karşılık, Arabistan Yarımadası'nın Hicaz bölümünden Akabe'ye kadar olan 'cephe gerisi' dışında, Arapların Türkleri arkadan vurduğuna dair tarihte herhangi bir kayıt yoktur.

Peki, daha sonra İsrail'in kurucu kadroları olacak unsurların, Filistin'de İngiliz ordularının 'içinde' Türklere karşı savaştığını biliyor musunuz?

Bunu Yahudi tarihçiler anlatıyor. Yahudi kökenli ünlü İngiliz tarihçisi Martin Gilbert, yine ünlü 'A Complete History of First World War' (Birinci Dünya Savaşı'nın Tam Tarihi) adlı anıtsal kitabının 305. sayfasında "Birçok Yahudi Türkiye'nin yenilgisinin Filistin'de bir Yahudi özerkliğine yol açmasını umuyordu. O kış (1917) Londra'da bir Romanya doğumlu Filistin Yahudisi Alex Aaronsohn, Türkleri Filistin'den çıkartmanın bir yolunu bulmak amacıyla İngilizlere hizmet sundu. Ailesi, Filistin'de bir casus şebekesi kurmuştu bile. O, bu şebekeyi İngilizlerin hizmetine verdi. Gazze ve Birüssebi arasındaki çöldeki kuyuları ve su kaynaklarını iyi biliyorlardı. Bu bilgi, İngiliz kuvvetleri ileri harekata geçecekleri vakit, çok işe yaradı..."

Kitabın 373. sayfasında Balfour'a yazılan bir mektuptan şu satırlar: "Rusya'daki hemen her Yahudi bir Siyonist ve eğer Siyonist emellerin başarıya ulaşmasının Müttefikleri desteklemeye ve Türkleri Filistin'den kovmaya dayandığına ikna edilirlerse, kendi lehimize çok önemli bir unsuru kazanmış olacağız." Bu 'misyon'u gerçekleştirmek için öne atılan, bugün Sharon'un mensup bulunduğu Likud'un 'pir'i olan Vladimir Jabotinsky idi...

Sayfa 366: "... İngiliz hükümeti Filistin'deki Türk idaresini İngiliz idaresi altında bir Siyonist antite ile değiştirme düşüncesine yaklaştı. O yaz, Lord Rotschild Filistin'de bir Yahudi Ulusal Ülkesi kurulması için bir taslak sundu; böylece Yahudiler Müttefik ordularında görev alarak Türklerin bozguna uğratılmasını önemli bir amaç haline getirmeye teşvik edileceklerdi..." Buyrun, sayfa 429'a: "... Allenby ordusu, Yafa'nın kuzeyindeki sahilin yanıbaşındaki ovada Kudüs'ün kuzeyine doğru harekete etmeyi beklerken, birçoğu Rusya doğumlu 5000 Filistinli Yahudi silah altındaydı..."

Bir başka ilginç 'tarihi bilgi', İsrail'in kurucusu David Ben Gurion'un anılarında mevcut. Ben Gurion, Birinci Dünya Savaşı patladığı sırada, İstanbul Hukuk Fakültesi'nde. Amacını şöyle anlatıyor:

"... İktidar merkezine bu kadar yakın olarak, Filistin'deki Yahudilerin durumunu geliştirebilmeyi düşünüyordum. Çeşitli yollarla Yahudi özgürlük hareketini ilerletebilirdim; önce özerklik, nihai olarak tam bağımsızlık elde ederek. Akıl yürütmem böyleydi. İstanbul'da rasladığım Arap öğrencilerle bu konuda düşüncelerimin çok farklı olduğunu görmekten şaşırdım... Bu genç entellektüel Araplar, mücadelelerinin geleceğini Türk idaresinden bağımsızlık olarak görmüyorlardı. Hiçbiri Arap topraklarının bağımsızlığından söz etmedikleri gibi böyle bir amaç için çalışmıyorlardı. Tam tersine, birçoğu, daha geniş ve daha büyük bir Türk imparatorluğu görmek istiyorlardı..." (Ben Gurion Looks Back-Talks with Moshe Pearlman, s.46)

Peki, 1922 sonlarında Türk Milli Mücadelesi zafere doğru yürürken, 'bazı Filistinli Arap liderlerin Kemalistlere başvurarak, kendi kaderlerini tayin hakkı elde edebilecekleri Türk mandası istediklerini' biliyor muydunuz? Filistin, İngiliz mandası altına konulmuşken, Filistinli Araplar, 'Türk mandası' istiyorlar. Kaynak, yine bir Yahudi-İsrailli tarihçi; Y.Porath'ın 'The Emergence of Palestinian-Arab National Movement 1918-1929' (Filistin Arap Ulusal Hareketinin Doğuşu 1918-1929) adlı kitabının 160-165. sayfaları...

Artık söz konusu 'tarih yalanı ve çarpıtması'na son vermek zamanı geldi; çünkü bu 'yalan', İsrail vahşetini Türkiye'ye mazur gösterme boyutlarına gelip dayandı.

Basındaki 'tetikçiler'in, İsrail'in tank mermilerinin ardından Türk kamuoyunun beynine sıktıkları 'yalan mermileri'nden biri, Arafat'ın PKK ve ASALA teröristlerini kamplarda eğitmesi. Her iki kuruluşun, Suriye istihbaratı ile yakından ilişkili ve Arafat'ın her vakit Suriye ile amansız bir çekişme içinde bulunduğu gerçeği çarpıtılmak isteniyor. Sharon dahi bu kadar pervasızca bir yalan savurmadı.

Peki ya 'Kıbrıs davamız'daki destek eksikliği? Bu ne cehalet... Türkiye de, Filistin de İslam Konferansı Örgütü üyeleri. Rauf Denktaş, her İKÖ Zirvesi'ne katıldı. Kıbrıs'a ilişkin hangi kararda Arafat karşı çıkmış; Rauf Denktaş'a sormayı bir denesenize.

Ayrıca, İsrail'in, Türkiye'yi Kıbrıs davasında desteklemiş olduğuna dair tek bir BM kararı ya da bir başka uluslararası belge gösterebilir misiniz?

Güneş balçıkla sıvanmaz. Vicdansızlığınızı, akılsızlığınızı, bilgisizliğinizi; çalakalem yazdığınız gazete köşeleri, gelişigüzel ahkam kestiğiniz televizyon ekranları örtemez.

Vicdan sahibi Türkiye halkının önünde kişiliğinizi teşhir ediyorsunuz. Devam edin; görmeyenler de görsün; bilmeyenler de öğrensin...



ccandar@yenisafak.com

KAYNAK: 5 NİSAN 2002 YENİ ŞAFAK


ALİ BULAÇ

Kabile aydınlarının kan davası

Filistin’de yaşanan trajedi bizim insanlığımızın sınandığı bir turnusol kağıdı oldu. Mahzenlerde çürüyen cesetler, tank mermileriyle yerle bir edilen evler, doğuma giderken kocalarını kaybeden kadınlar, gözleri önünde babaları öldürülen çocuklar karşısındaki tutumumuz; dini, siyasi veya ulusal kimliğimizin ötesinde “insanlık telakkimiz”in ve dolayısıyla “insanlığımız”ın en belirgin göstergesidir.

Bir topluluğa, bir kültüre veya bir inanca sempati duymayabilirsiniz; ama yaşlı kadınların ve çocukların infaz edildiği bir katliam ortamında tarafsız kalamazsınız. İkinci intifadanın başlamasından bu yana 1.800 çocuk öldürüldü. 1982’de Sabra ve Şatilla kamplarında binlerce mültecinin –çoğu yaşlı, kadın ve çocuktu– infazından sorumlu Şaron’un yeni, amaçlı ve sistematik cinayetleri sürerken, katliama uğrayan Filistinli ve Arapların geçmişte “bize karşı tutumları”ndan söz edip “yoksa bizim ahımız mı tuttu?” diyenler, hiç kuşkusuz, Şaron’la suç ortaklığı içindedirler. Çünkü şimdi gündem bunlar değildir; gündemde olan süren katliamın bir an önce durdurulmasıdır. Siz eğer geçmişin bohçalarını orta yere seriyorsanız “psikolojik savaş stratejisi”ne bağlı olarak Şaron’un işini kolaylaştırmış olursunuz.

Ama bu orta yere serdiğiniz bohçanın içinden sizi de mahcup edecek şeyler çıkabilir ve bunların sayısı temiz olanlardan çok daha fazladır. Bunlara tek tek bakalım:

1. “Araplar bizi arkadan vurdu.” Bunun savunulur bir tarafı olmadığı açıktır. Ancak İttihat ve Terakkiciler, 600 yıllık bir imparatorluğu ölüme götürürken, Cemal Paşa’nın “Arapçayı yasaklamaya kalkıştığını”, Halep’te buna karşı çıkanlardan beş altı tanesinin her sabah muntazaman sokak ortasında sallandırıldığını da hatırlamak lazım. 900 yıllık Ezher’in tedrisat dilini, Arapçayı yasaklayıp Türkçe yapmaya kalkışmanın bir çılgınlık olduğunu ve bu çılgınlığın insanları çileden çıkardığını unutmayın.

2. “Araplar Kıbrıs davamıza sahip çıkmadı.” Evet doğru. Ama 1974 yılı 18 Temmuz günü Suriye’den Mısır’a camilerde “Müslüman Türklerin zafer kazanması ve şehitlerin ruhu için dualar okutulduğu”nu, Muammer Kaddafi’nin yardım talebine giden uçaklara bizzat kendisi mühimmat taşımak istediğini de unutmayın. Büyük Libyalı Şeyh Senusi’nin Mustafa Kemal’e destek olmak üzere Anadolu’yu bir baştan bir başa dolaşıp halkı Kurtuluş Savaşı’na hazırladığını da unutmayın. Daha önemlisi, BM’de İsrail’i tanıyan Türkiye kaçıncı sırada oy kullandı? KKTC’yi tanıyan tek bir Türk cumhuriyeti var mı? Ya aynı Türkiye, 1,5 milyon şehit veren Cezayir’in BM’de aleyhinde oy kullanırken hangi konularda mazlum Cezayir halkını suçlu gördü de Fransa lehine oy kullandı? Ve sonra niye resmen özür diledi?

3. “Lübnan kamplarında PKK militanları eğitildi.” Eğer bundan kastedilen hiç kimsenin siyasi otoritesi altında olmayan Bekaa Vadisi ise, burada bu kampların kiralarının hangi devletlerin örtülü ödeneklerinden karşılandığını da araştırmalıyız.

Güneydoğu meselesinin neredeyse tümünü Filistin’e ve Araplara fatura edenler, PKK ile Batı Avrupa ülkeleri, özellikle Almanya, İtalya ve Yunanistan’la olan ilişkilerini aynı cesaretle dillerine alamıyorlar. Abdullah Öcalan, Ramallah’ta değil, Roma yakınlarında bir ay misafir edildi ve herhangi bir Arap ülkesinin değil, Yunanistan’ın Kenya büyükelçiliğinden çıkarılarak teslim alındı. Şimdi Türkiye AB sürecinde bu ülkelerle ortak bir evde yer almaya çalışıyor da, Filistin cehennem hayatı yaşarken beyaz elitler “Araplar’ın bize ne kadar ihanet ettikleri”nden bahsediyorlar.

4. Hadi diyelim ki hepsi doğru. AB’nin kurucu ülkeleri Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya vd. iki dünya savaşını yaşadılar, birbirlerinin şehirlerini harabeye çevirdiler. Bu savaşlarda yaklaşık 60 milyon insan hayatını kaybetti. Şimdi AB içinde tek devlete doğru gidiyorlar da, Türkiye ile Araplar arasındaki bu kan davası niçin bir türlü bitmiyor? Türkiye, Anadolu’yu işgal edenlerle entegrasyona gidiyor, yani dünün işgalcileriyle tek devlet olmaya çalışıyor. Peki bu “beyaz elitler”, neden bütün bir Filistin kan gölüne dönerken bize bu eski düşmanlığı hatırlatıyorlar?

Şaron, nefretin beslediği karanlık ruhun ortak simgesi. Bazılarının ruhunda Şaron’dan bir parça var.

06.04.2002

Yazarımızın E-Postası: a.bulac@zaman.com.tr

11 Haziran 2007 Pazartesi

Hayat ve gerçekler ayrıntıda gizlidir

Bu sayfada satır aralarında kalmış, unutulmuş, tozlu raflara mahkum edilmiş bilgi kırıntılarını ve belgeleri sizlerle paylaşmaya çalışacağım.