BEDİÜZZAMAN, SEYYİD DEĞİLDİR
MOLLA FEYZİ GÜZELSOY'UN AKGÜNDÜZ'E REDDİYESİ
Aşağıda Molla Feyzi Güzelsoy Hocaefendi'nin Ahmed Akgündüz'e dönük hazırladığı müskit ve mukni reddiyesini yayınlamadan önce bir girizgah yapmam gerekiyor. Prof. Dr. Ahmet Akgündüz'ün Aralık 2012'de ehil insanların ikazlarına rağmen hırs gösterip, Üstad'ı haşa "Kürt"lükten kurtarmak maksadına matuf olduğu ortada olan çalışmasını, "abilerin de katıldığı" bir şova dönüştürerek basın toplantısıyla duyurdu. Ve maalesef Risale-i Nur hizmet gruplarının içine büyük bir fitne atmış oldu.
Kürtler, Müslüman Kürtler ve Müslüman Nur Talebesi Kürtlerdeki infiali internette ve twitter/facebook sosyal ortamlarında takip etmek mümkündür.
Bu tartışmaları maalesef Nur talebeleri kendi aralarında çeşitli ithamlar ve hakaretlere varan ifadelerle yapmışlardır.
Akgündüz'ün ortaya attığı şecere hadisesinin en yakın tanığı olan MOLLA FEYZİ GÜZELSOY'dur.
Diyarbakırlı olan bu zat, kendi etrafında cereyan eden ve 'hazırlanış' sürecini yakından takip ettiği bu hadisenin kendine göre SKANDAL oluşturan cephelerini 11 madde ile İLMEN reddetmiştir. O makale ektedir.
ÖNEMLİ: 11. MADDE o dönem bir haber sitesinin ricası üzerine Molla Feyzi Güzelsoy tarafından metinden çıkarılmıştır Blogumuzda sansürsüz halini okuyacaksınız.
Akgündüz'e belgeleri getiren şahıs "doktora talebem" dediği ve Talebani'nin danışmanı olduğunu açıkladığı Dr. Mahmud Said'dir. Molla Güzelsoy'un bu Mahmud ile ilgili kanaatini de aşağıda okuyacaksınız.
Ahmet Akgündüz'ün uyduruk şecereyi ilan ettiği basın toplantısı:
Basın toplantısında Akgündüz, 'Bediüzzaman'ın Kürtlükten çıkmasıyla devletin ona bakışının değişeceğini' söylüyor. Bunu ona 'devletin istihbarat raporlarının hepsini gören' bir bürokrat söylemiş.
Bu nasıl bir devletse Bediüzzaman'ın söylemine değil de 'ırkına' göre tavır belirliyormuş. Abimiz de bu tavrı kutsuyor olmalı ki, ona meşruiyet zemini hazırlıyor.
Bu basın toplantısından başka detaylar da yakalamak mümkün.
Molla Feyzi Güzelsoy'un iddialarını metinden okumak mümkün.
Molla Güzelsoy'la Aralık 2012 döneminde defalarca telefonla görüştüm. Akgündüz, kendi uyduruk şeceresini ilmi deliler ve bizzat kendi şahitliğiyle cerh eden bu kıymetli âlime "siyasi Kürtçülük" ve "PKK destekçiliği" iftirası atarak itibarını sıfırlamaya ve devlete hedef göstermeye çalıştı. Molla Güzelsoy, "temiz" bir insan olduğu için bu çamurlar ona tabii ki yapışmadı.
Molla Güzelsoy'un makalesini zaten okuyacaksınız. Benimle ilgili görüşmelerinde konuyla ilgili 60 sahife Arabi bir reddiye hazırladığını ve kitap olarak yayınlayacağını belirterek, özet olarak şunları anlattı:
"Evrak için önce 100-150 yıllık deniyordu. Fakat o kağıtta 'Risale-i Nur müellifi" ifadeleri yazıldığı için"1935'lere kadar giden evrak" ifadesine çevrildi. Fakat 1935 de hapis ve sürgün zamanı olduğu, Bediüzzaman daha Risale-i Nur Külliyatı'nı bitiremediği için bu ifade de havada kalıyor. Zaten o şecereyi Akgündüz'e getiren ve benim (Molla Güzelsoy) defalarca görüştüğü Dr. Mahmut Said adlı Iraklı şahıs çelişkiler üzerine 'Ben de aslında aynı görüşteyim. Bu o kadar eski değil. Bence bu ilk Irak harbi sıralarında 1990'larda hazırlanmış' diye konuştu. Ayrıca, metindeki mühürler plastik mühürdür, bilgisayar hurufudur. Metnin el yazısı da böyle bir evrakta olamayacak şekilde basit ve avamîdir."
***
بسم
الله الرّحمن الرّحيم
اَلْحَمْدُ
للهِ رَبِّ الْعَالمَيِنَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلىَ سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ
وَعَلىَ آلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِين
Kıymetli Kardeşlerim, Hz. Üstadın
ortaya çıkması ve Risale-i Nur’u telif etmesiyle ‘Nur Talebeleri’ adı altında mühim bir cemaat teşekkül etmiş ve ağır
şartlara rağmen tarih boyunca kudsi hizmetini ifa etmişlerdir. Ancak gün
geçtikçe ve Hz. Üstadın yıldızı parladıkça zaman zaman siyadet meselesi ortaya
çıkmış ve seyyid olup olmadığı taharri edilmiştir. İşte ondan sonra Nur Camiası
içerisinde farklı görüşler ortaya çıkmıştır.
Bir grup
Nur Talebeleri Hz. Üstadın adem-i siyadetine dair Risale-i Nur’daki sarih ve
kat’i ibaresine bağlı kalarak ve Nur’un cerhedilmez imani hüccetlerine kanaat
ederek iktifa etmişlerdir.
Diğer grup
ise Risale-i Nur’un dışındaki rivayetlere bakarak ve bir derece hak ve hakikat
telakki ederek Üstadın seyyid olduğuna kanaat etmişler ve Risale-i Nur’daki
adem-i siyadetine dair sarih ibareleri te’vil etmişlerdir. Ta 20.12.2012 tarihinde
Ahmet Akgündüz Hocamız’ın iddia ettiği Üstadın şeceresini bazı mübarek Nur
Talebelerinin huzurunda basın yoluyla ilan ettikten sonra Nur Camiası
içerisinde birinci gündem maddesini teşkil etmiş ve zaman zaman muhtelif
fikirler ortaya çıkmıştır.
Ben de buna
binaen fikrimi beyan etme ihtiyacını hissettim ve gelecek hakikatları kaleme
aldım. Eğer hata etmiş isem, affımı Erhamürrahimin’den niyaz ederim. Eğer doğru
yapmışsam Mün’im-i Kerim’ime şükranlarımı ifade ederim. Evet
siyadet meselesi imani bir mesele olmadığı için inşaallah Nur Cemaatine zarar
vermez ve cemaati tefrikaya götürmez. Ancak gelecek izahatlardan gayem Üstadın
adem-i siyadetini ispat etmek değil, belki siyadeti hakkında ortaya atılan
iddianın ilmen ne mahiyette olduğunu tahlil etmektir. Öyle ise önce ayet ve
hadise bakalım, bize ne emretmektedirler: Bak Allahu
Teala Ahzab Suresinin 5. ayetinde buyuruyor ki;
ادْعُوهُمْ لِآبَائِهِمْ هُوَ أَقْسَطُ عِندَ
اللَّهِ
Yani: ‘Onları babalarına nisbet ederek çağırınız’
Resul-i Ekrem (A.S.M) da bir hadis-i şerifinde diyor ki:
: ليس من رجل ادعى لغير ابيه وهو يعلمه الا كفر ومن ادعى قوما ليس
له فيهم نسب فليتبوأ مقعده من النار
(Buhari, 3508) Yani: ‘Herhangi bir adamdan birisi bilerek
kendisini babasının dışında birisine nisbet ederse kat’iyyen küfre girmiş
oluyor ve kim neseben başka bir kavmi iddia etse cehennemden yerini
hazırlasın.’
İşte bütün ulema-i ilm-i hadis bu işin haram ve tehlikeli
olduğuna ittifak etmişlerdir. Üstad-ı Zişan olan Bediüzzaman Hazretleri dahi
aynını söylüyor ve diyor ki: ‘Seyyid
olmayan seyyidim ve seyyid olan değilim diyenler ikisi de günahkar ve duhul ile
huruc haram oldukları gibi hadis ve Kur’an’da dahi ziyade veya noksan etmek
memnu’dur.’ (Muhakemat) Kıymetli
kardeşlerim, bu hakikatlerden sonra Üstad-ı Zişanı dinleyelim, kendi siyadeti
hakkında ne diyor: Bak fasih bir dille ifade eder ve der ki:
‘Lillahilhamdü velfahr
ihlas-ı niyeti ihlal eden ve anasır-ı garaz olan neseb ve nesil ve tama’ ve
havf beni bilmiyorlar. Ben de onları tanımıyorum veya tanımak istemiyorum. Zira
meşhur bir nesebim yok ki mazisini muhafazaya çalışayım..’ (Münazarat) “Hem asil bir
hanedandan olmadığımdan hısset derecesinde iktisada düşkün ve pest ahlaklar
görülüyor. Sizi bütün bütün kaçırmamak için bu şahsiyetimin gizli çok
fenalıklarını ve sû'-i hallerini söylemeyeceğim” (Mektubat, 26. Mektub)“Hem neşrettiğimiz aleyhimizde yazılan
kararnamenin elli dördüncü sahifesinde ahir zamanın o büyük şahsı neslen Âl-i
Beyt’ten olacak. Biz nur şakirdleri ancak manevi Âl-i Beyt’ten sayılabiliriz.” (Şualar,
14. Şua) “Hem mahkemede Denizli ehl-i vükufu bazı
şakirdlerin bu itikadlarına göre bana karşı demişler ki, eğer Mehdilik dava
etse bütün şakirdleri kabul edecekler. Ben de onlara demiştim, ben kendimi
seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki ahir zamanın o
büyük şahsı Âl-i Beyt’ten olacaktır. Gerçi manen ben Hazret-i Ali'nin (R.A.)
bir veled-i manevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed
Aleyhisselâm bir manada hakikî Nur şakirdlerine şamil olmasından, ben de Âl-i
Beyt'ten sayılabilirim; fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanıdır.” (Emirdağ Lahikası-1)
Ey merak-âver kardeşim ve
ilm-i hikmetten tok olmaz arkadaşım, eğer burada tetimme babından bir hakikatı
daha ifade etmezsem bence kelâm nâ-tamam olur. İşte bak, savcı iddianamesinde: “Said, Hazret-i Ali'nin (R.A.) ilm-i
hakikat itibariyle şakirdi olduğumdan, manevî evlâdı olabilirim, demesiyle
kendine atfedilen makamlara liyakatını kabul etmiş görülmektedir.” (Şualar,
14. Şua) demesine karşı üstad diyor ki:
“Ben de manevî Âl-i Beyt'ten sayılabilirim demekten maksadım; bir kısım
müçtehidlerin وَ عَلَى آلِهِ وَ
صَحْبِهِ duasında, "Seyyid olmayan fakat ehl-i takva bulunanlar, o
duada dâhildirler" dediklerinden, o umumî duada benim de bir hissem
bulunması için ricakârane bir te’vildir. Yoksa o hatakârane mana hiç hatırıma
gelmemiş.” (Şualar, 14. Şua)
İşte bak üstad diyor ki: ‘İddianamede benim hakkımda dört esas var:
Birinci Esas: “Güya bende tefahur ve
hodfüruşluk var ve kendimi müceddid biliyorum. Ben bütün kuvvetimle bunu
reddederim. Hem Mehdilik isnadını hiç kabul etmediğime bütün kardeşlerim
şehadet ederler. Hattâ Denizli'deki ehl-i vukuf, "Eğer Said mehdiliğini
ortaya atsa bütün şakirdleri kabul edecek" dediklerine mukabil, Said
itiraznamesinde demiş ki: "Ben seyyid değilim. Mehdi seyyid olacak."
diye onları reddetmiş. Yoksa ben seyyid olmadığım gibi hiçbir vakit böyle
haddimden yüz derece ziyade hallerde bulunmamışım.” (Şualar, 14. Şua) İşte bakın kardeşlerim,
Üstad-ı Zişan kaç üslub-u beyan bize takdim
etti, bir taraftan dedi: Ben asil bir
hanedandan değilim bir taraftan dedi meşhur
bir nesebim yoktur, bir taraftan dedi Ahir
Zamanın o büyük şahsi neslen Âl-i Beyt’ten olacak, biz nur şakirdleri ancak manevi Âl-i Beyt’ten sayılabiliriz, bir
taraftan dedi ben kendimi seyyid
bilemiyorum, bu zamanda nesiller bilinmiyor, bir taraftan dedi ben seyyid olmadığım gibi hiçbir vakit
böyle haddimden yüz derece ziyade hallerde bulunmamışım. Diğer bir taraftan
da dedi, ben seyyid değilim, Mehdi
seyyid olacak. Eğer denilse ki: Siyadetle ilgili Üstad’ın izahatlarını bazı
mesalihe bina etmek ve mahkeme müdafaalarının makamını nazar-ı itibara almak,
ona bir nev’i mazeret teşkil etmez mi? Elcevap:
Bu vehm-i faside birkaç cevabım var: Birincisi:
Bu vehm-i faside ihtimal verenler bir kere üstadı takdir değil tenkid ederler.
Zira şecaatte darb-ı mesel haline gelmiş ve havf nedir hayatında hiç bilmemiş
olan bu kahraman-ı İslam ve mücahid-i dini manen takiyye yapmakla ittiham
etmek, şeni’ ve kabih bir isnattır, çirkin ve menfur bir ittihamdır. Halbuki,
bütün ülema-i İslam içinde bu sıfattan en çok nefret eden de odur. Görmüyor
musun ki, Şîalara bu sıfatla yükleniyor ve diyor ki:
“Bunlar Hazret-i Ali'yi (R.A.) fevkalâde sevmek davasında oldukları
halde tenkis ediyorlar ve sû'-i ahlâkta bulunduğunu onların mezhebleri iktiza
ediyor. Çünkü diyorlar ki: ‘Hazret-i Sıddık ile Hazret-i Ömer (R.A.) haksız
oldukları halde Hazret-i Ali (R.A.) onlara mümaşat etmiş, Şîa ıstılahınca
takiyye etmiş; yani onlardan korkmuş, riyakârlık etmiş. Acaba böyle kahraman-ı
İslâm ve ‘Esedullah’ ünvanını kazanan ve sıddıkların kumandanı ve rehberi olan
bir zâtı, riyakâr ve korkaklık ile ve sevmediği zâtlara tasannu'kârane muhabbet
göstermekle ve yirmi seneden ziyade havf altında mümaşat etmekle haksızlara
tebaiyeti kabul etmekle muttasıf görmek, ona muhabbet midir? O çeşit muhabbetten Hz. Ali (R.A.) teberri
eder.” (Lem’alar, 4. Lem’a)
Ben de buna binaen derim ki: Hz.
Ali’nin (R.A.) veled-i manevisi ve Alem-i İslam’ın medar-ı iftiharı ve tek
başına bütün dünyaya meydan okuyan ve havf, korku nedir hayatında hiç bilmeyen
bu kahraman-ı İslam ve sertac-ı enam olan bu zat-ı muhterem ve insan-ı muazzamı
böyle takiyye gibi, çekinme gibi, pest ahlakla muttasıf görmek bence عَدَوٌ عَاقِلٌ خَيْرٌ
مِنْ صِدِّيقٍ جَاهِلٍ olan darb-ı
mesele mâsadaktır. Bediüzzaman Hazretleri böyle iğrenç, çirkin vasıflardan
müberra ve muallâdır, münezzeh ve mücellâdır ve bu gibi medh-i tahtazama muhtaç
değil, hiç ihtiyacı da yoktur.
İkincisi:
Bu gibi fasid tevillere cür’et edenler meselenin hakikatına vâkıf değiller, ben
de bunun gibi zatları bir kere daha başta zikir edilen ayet ve hadîs-i
Nebeviye’yi okuyamaya ve gözden geçirmeye davet ediyorum. Bir baksınlar ve
meseleyi basit zannetmesinler ve Üstadı Zişanı gelen tehditlerden nasıl kurtaracaklarını
iyice düşünsünler. Zira hadis çok tehditkar gelmiştir.
Üçüncüsü:
Mezkur olan tevil-i fasid Risale-i Nur’un mühim bir esasını zir ü zeber eder.
Zira biz o gayr-ı meşru tevili kabul ettikten sonra üstadın kelâmından olan “Ben kendimi seyyid bilemiyorum, ben seyyid
değilim” gibi kelâmları kelam-ı gayr-ı sadık kabul etmemiz gerekir.
Yani,
açık bir tabirle Üstad-ı Zişan bir maslahata binaen hâşâ ve hâşâ bin defa hâşâ
orada sıdkı terk ederek kizbi tercih etmiştir dememiz îcab eder. Halbuki bir
maslahata binaen yalan söylemek caizdir hükmünü zaman neshetmiştir ve nesh
meselesi bu asırda Kur’an’ın dellâlı ve sözcüsü olan Risale-i Nur’un suhuf-u
mükerrereminde defalarca yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.
İstersen yalan bir
lafz-ı kâfirdir ünvanı altında biraz okuyalım: “Bir dane sıdk, yakar milyonla yalanı. Bir dane-i hakikat, yıkar kasr-ı
hayali. Sıdk büyük esastır, bir cevher-i ziyalı. Yeri verir sükûta, eğer çıksa
zararlı... Yalana yer hiç yoktur, çendan olsa faydalı. Her sözün doğru olsun,
her hükmün hak olmalı. Lâkin hakkın olamaz, her doğruyu söz etmek. Bunu iyi
bilmeli. «خُذْ
مَا صَفَى دَعْ مَا كَدَرْ»kendine
düstur etmeli.” (Lemaat) Dördüncüsü:
Siyadetle ilgili kelâmlar hep mahkeme müdafaalarında söylenen kelâmdan ibaret
değildir. Belki mühim bir kısmı daha önce söylenmiş mahkeme müdafaalarında dile
getirilmiştir. Bence bunu teker teker belgelerle isbat etmek ve izleyicilerin
önüne koymak israf-ı kelâm nev’inden sayılır. Buna binaen ben bu hakikatı zeki
nur talebelerinin ferasetlerine ve şakird-i Kur’an’iyenin zekâvetlerine havale
ederim.
«اِنْ كُنْتَ ذَكِيًّا فَكَفَاكَ وَاِلاَّ فَلاَ» sırrınca arife tarif gerekmez, ehl-i hikmet her meseleye
heveslenmez. Kıymetli
Kardeşlerim, Urfalı Seyyid Salih Özcan ve Mehmet Çalışkan Ağabeylerimiz gibi
zatlardan rivayet edilen ve Üstada atfen isnad edilen, ‘Hem Haseniyim hem
Hüseyniyim’ cümlelerini de bir derece tahlil etmeden geçemeyeceğim. Şöyle ki: Eğer, ‘Hem Haseniyim hem Hüseyniyim’
cümlesinden maddi ve nesebi siyadet murad ise Risale-i Nur’da geçen ibarelere
muhalif ve çelişkili olduğu için Risale-i Nur’da zikredilen rivayetleri esas
tutup ötekileri tevil etmemiz gerekir. O zaman, ‘Haseniyim Hüseyniyim’
kelimesinden murad nesebi değil manevi siyadet murad olması gerekir. Zira Hz.
Üstad, Hz. Ali’nin veled-i manevisi olduğuna ve alem-i manada hakikat dersini
aldığına göre Hz. Ali’nin manevi veledi sayılabilir. Hem Haseni hem Hüseyni
olabilir.
Kıymetli
Kardeşlerim, bakın, dikkat edin iki mesele var: Birisi: Maddi siyadet, ötekisi:
Manevi siyadet. Manevi siyadet kesbi ve amel-i saliha mütevakkıf olduğu halde
Hz. Üstad zor ve çetin olan o manevi siyadetini pervasızca ilan ettiğine göre gerçekten
maddi siyadetine vakıf olsaydı, en az inkar etmeyecekti kanaatındayım. Zira Hz.
Üstad bilerek asla hilâf söylemez ve bunu bir maslahata bağlamaz. Tarihçe-i
Hayatı sıdkına bir şahid-i kat’ıdır.
Bak Üstad-i
Zişan diyor ki:
"Bu cüz’i aklınızla
hüsn-ü külliyi ihata edemezsiniz. Evet bir zira’ kadar bir burun altından olsa yalnız
ona dikkat edilse, güzel gören bulunur.’ (Muhakemat)
Ama eğer diğer aza-yı
insaniyle mülahaza edilirse çirkin görünür. Zira vücud-u insan onu kaldırmaz ve
insan onunla güzel olmaz. Aynen bunun gibi, eğer Hz. Üstadın kendi siyadeti
hakkında sarih ibaresi olmasaydı ve Üstad net, açık olarak Risale-i Nur’da
ifade etmeseydi, bir derece maddi siyadet libası ona uygun olabilirdi.
Bu
nedenle dışarıdan idhal edilen gayr-ı tabii libas, Üstadın nurani olan o
kamet-i muallasına münasip olmaz. ‘Ve
libasut-takva zalike ğayrun’ ayet-i kerimesi bu işe cevaz vermez. Ben eminim ki, bazı
mübarek zatlar tebei bir nazarla değil hakiki bir nazarla baksalar ve bunun
lazım-ı mezhebini mülahaza etseler farkına varacak ve tehlikenin boyutunu
müşahede edeceklerdir.
Bakın kardeşlerim, Prof. Dr. Ahmet Akgündüz Hocanın mühim bir
meselesine gidelim. Bak kendisi Hz. Üstadın siyadet şeceresini Musul’da
bulduğunu iddia ediyor ve gittiği her yerde müjde vererek Nur Cemaatinin
nazar-ı dikkatini kendine çekmeye çalışıyor. Hatta 20.12.2012 tarihinde daha
ileri giderek iddiasını meşrû göstermek maksadıyla, birkaç mübarek nur
talebelerinin huzurunda ve bazı basın mensuplarının karşısında iddia edilen Üstadın
şeceresini Türkiye’ye ilan etti.
Eğer bu iddia doğru olsaydı, elbette ben bütün ruh u canımla ona
taraftar olacaktım. Fakat maalesef bu konuda ciddi kuşkularımla beraber,
bildiğim çok şeyler vardır. Her neyse, haydi Ahmet Hocanın iddia ettiği
şecereye bakıp gözden geçirelim ve bu müşkil mesele-i muammayı akl-ı selim
çerçevesinde hal ve keşfedelim. İnşaallah memnun olacaksınız ve bu hadiselerden
bir ders-i ibret alacaksınız. Bakın kardeşlerim, iddia edilen şecere, Irak’ta bir veya birkaç kişi
tarafından hazırlanmış. Yakından uzaktan resmiyetle hiçbir alakası olmamakla
beraber mevsuk bir sıfatı da yoktur. Şecereyi okuyan hiçbir zişuurun inanması mümkün
değildir. İsterseniz gelin bu acip ve garip tabloyu beraber gözden geçirelim:
Öyle ise en
evvel şecerenin tercümesine bakalım:
Ş
E C E R E T E R C Ü M E S İ D İ R
Şeyh Şemseddin
Muhammed bin Şeyh Muhyeddin Abdulkadir bin Şeyh Nureddin Ali’nin zürriyeti LİSTESİDİR:Şeyh Abdulkadir, biraderi şeyh Alauddin’den iki yaş büyüktür.
Şeyh Abdulkadir, Melik El’eşref Bersbay’in 9 muharrem 836 h. de Amed
(Diyarbekir)’den Şam’a avdetinden sonra Şam Diyarına girmiştir. 841 h. Yılında taun(Kolera) dan Şam’da vefat
ederek sofiye kabristanına defn edilip geriye hiç bir zürriyet bırakmamıştır. O )Şeyh Abdulkadir( ile biraderi
Alauddin öz kardeştirler ve anaları Şeyh Hayder’in kızı şerife Fatma
hatun’dur.
Hamed El’ Hiyali mührü
Şeyh Alauddin Ali: Şeyh Alauddin Ali, Sencar Dağına bağlı
El’Hiyal köyünde, hicri 785, miladi 1383 te doğmuş ve kendi zamanında Mısır
diyarında kadiriyye (Tarikatının) kaynağı
durumunda gelmiştir. Mukaddes
toprakları ziyaret ederek iki kez hacc yapmıştır. Kendisi ve çocukları Melik
El’eşref Bersbay‘in Amed(Diyarbekir)den avdetinden ve Kahire’ye girişinden sonra Mısır’a yerleşmişlerdir. Hicri 10 Safer 853 miladi 1449 de Perşembe
günü öğle vakti Taun (Kolera)dan şehit olarak vefat etmiştir. Kahire’de
Babül’karafe’de üzerine namaz kılınmış Türbetül’Arune mezarlığında seyyidim
Adiyy bin Misafir yanında defn edilmiştir. Ayni yerde birkaç çocuğu da defn
edilmişlerdir. hem orada adı geçen amcası şeyh Şemseddin Muhammed bin Nureddin Ali bin
İzzeddin Hüseyin bin Şemseddin Muhammed el’ekhal de defn edilmiştir.
Hicri 841’de Taun’dan sonra
Şeyhimiz Alauddin’nin bir oğlu oldu. Onu alıp Hicaz’a götürdü Tur(Tur-i Sina)ya
varmadan yolda taun’a yakalandı ve yirmi yaşına varmadan vefat etti ve oranın
camisinde defn edildi. Şu ana kadar da ziyaret edilmektedir. Bundan sonra da Şeyhimiz Alauddin’in bazı
çocukları oldu
ama kimileri (Ondan önce) öldü. Kendisi ise iki erkek bir kız çocuk bırakarak
vefat etti. Kalan çocuklarından birisi babasının ölümünden hemen sonra vefat
etti. Diğerlerinin ise nesilleri Mısır’da şu ana kadar devam etmektedir.
(Ebu İshak İbrahim el-Kadiri)
olarak bilinen kişi de Şeyh Alauddin’in müritlerinden idi ve Kahire’de Karafe’deki Zaviye’de günümüze
kadar Şeyh Abdulkadir Geylani’nin neslinden büyük bir grup bulunmaktadır. Şeyh
Ala… Ali’nin torunlarından biri olan Abdurrezak da Mısır’dan ayrılarak Davudiye’den
amcası çocukları olan ve yukarıda adı
geçen şeyh Abdulkadir Geylani zürriyetinden Davut bin Seyfeddin Süleyman bin
Şeyh Abdulvahhab ile beraber Suriye/Hama’ya bağlı Ma’arratün’nu’man’a
yerleşti.
Şeyh Ahmet bin Hasan bin Davud
bin Ahmet bin Mansur bin Süleyman bin Davud bin Seyfuddin Süleyman bin Şeyh
Abdulvahhab kızı ile evlendi. Hanımı da
Şeyh Sadaka’nın kız kardeşi ve şeyh Abdulkerim’ in babası olan şeyh
Abdulvahhab’ın halasıdır. Geriye üç oğul iki kız evlat
bıraktı En büyük oğlu şeyh Abdullah Harran’da Hüseyni büyük seyitlerden birinin
kızı ile izdivac etti. Evlendikten bir
süre sonra Kürtlerin memleketi olan Bitlis’teki
Hakkari’ye gitti ve 50 yaşında iken vefat ederek Tursinc’te defnedildi.
Geriye Sermit’te medfun oğlu Şeyh Abdurrahman’ı o da Şeyh Abdulvahhab’ı o da
Şeyh Abdullah’ı o da Mirza Reşan’ı o da Mirza Halid’i o da Hıdır’ı o da Ali’yi
o da Sofi Mirza’yı bıraktı. Bunlar Hakkari’de Kürtlerle beraber
İsparit aşireti içinde ve Nurs köyünde kaldıklarından kürt adı ile isim
aldılar. Sofi Mirza Hakkari Kürtlerinden Bilikan köyünden ve Hakif aşiretinden
olan mulla Tahir’in(kızı) Nuriye ile evlendi. Onlar da Hüseyni
seyitlerindendirler ki Sermit’te medfun küçük Ali’nin oğlu Ahmet’in
neslindendirler. O da el’hadid ve sumayd’i seyyitlerinden olan Şemseddin
Muhammed Ucanul’hadit’ten gelirler ve bunlar da Irak’ta dağılmışlardır. Bu
ikisinin büyük bir ünü ve güzel şöhretleri olup cömertlikle asalet ve cesaretleri ile tanınırlar.
Şemseddin Muhammed Ucanul’hadit geriye beş çocuk bıraktı: Mısır’da
medfun Büyük Ali Erbil’de medfun İsa Ahdesiye’de
medfun Hüseyin Irak/ El’Enbar’da medfun Ahmet ve
Sermit’te medfun küçük Ali. Küçük
Ali’den de Sumayd’i’de medfun Abdurrahim ve Muhammed ve Ahmet olmuştur. Sofi Mirza ise Nur Risaleleri
müellifi olan ve Said-i Kürdi olarak bilinen ve lakabı Bediuz’zaman olan Said
el’Nursi’nin pederidir. Hicri 1293 miladi ise 1876 yılında doğmuş ve Sofi
Mirza’nın ondan başka 3 erkek ve üç de kız çocuğu daha vardır.
Nakabetüs’sadetil’ eşraf
mührü Hüseyin Sumaydi’i mühür
ve Verşan Halit
El’Hadit mührü.
Şimdi bu belgedeki tutarsızlıkları 11 madde ile izah edelim:
1- Sözde Hz. Üstad, Şeyh Abdülkadir-i Geylani’ye bağlanılıyor ve
bir veledi gösteriliyor. Fakat tanzim eden kişi çok acemi, çok aceleci davranmış.
Zeki, nakkad-ı ehl-i hadisin ferasetini hiç nazar-ı itibara almamış. Zira başta
Şeyh Abdülkadir-i Geylani’den bahsederken diyor ki: ‘Hicri 841 yılında
Taun(Kolera) hastalığından Şam’da vefat ederek Sofiye Kabristanına defnedilip
geriye hiçbir zürriyet bırakmamıştır.’ Oysa bütün tarihçiler Geylani’nin dört
hanımla evlendiğini ve on iki veya on sekiz evladının olduğunu hepsi de o zamanın
alimlerinden ilim tahsili yaptıklarını ve babalarından hırka giydiklerini
kaydederler.
Farzedelim ki, Geylani geriye hiç evlad bırakmadı. O zaman Üstad
Bediüzzaman nasıl onun neslinden geldi? Hem belge Şeyh Abdülkadir-i Geylani’nin
Şam’da vefat ettiğini gösteriyor. Oysa yüzlerce yıldan beri Şeyh Abdülkadir-i
Geylani’ye ait olduğu herkesçe bilinen Bağdat’taki kabri milyonlarca
Müslümanlar tarafından ziyaret edilegelmiş ve hiçbir ilim adamı mekanı hakkında
itiraz etmemiş.
2- Şeyh Abdülkadir-i Geylani’nin Hicri 841’de vefat ettiğini
yazıyor ve annesinin ismini Fatıma bint-i Haydar, babasının isimini de Şeyh
Nureddin Ali olarak kaydediyor. Halbuki Şeyh Abdülkadir-i Geylani 500 küsur
hicri yıllarında vefat ettiği tarihçe malumdur. Hem annesi Fatıma Bint-i Haydar
değil belki Fatıma bint-i Abdullah’ül Esmai’dir. Babası da Şeyh Nureddin Ali
değil belki Musa bin Abdullah’tır ve Zengidost lakabıyla meşhurdur.
Acaba biz
yanlış mı tercüme ettik? Halbuki uzmanlar tarafından dikkatle tercüme
edilmiştir. Yahut zikredilen Şeyh Abdülkadir-i Geylani değil de başka bir
Abdülkadir mi? Bence son şık kaviyyen muhtemeldir. Herkes buraya çok dikkat
etsin ve bir şey anlamaya çalışsın. Zira şecere metninin başında sadece Şeyh
Abdülkadir ismini kullanırken sonra gelen Abdülkadir ismine Geylani lakabını da
ekliyor. Bence bu bir hatadır ve Hz. Üstad, Şeyh Abdülkadir-i Geylani değil başka
bir Abdülkadir’e bağlanmıştır. 3- Sonra Şeyh Abdülkadir-i Geylani’nin biraderi olan Şeyh
Alaaddin’den bahseder ve iki yaş daha büyük olduğunu gösterir. Sonra doğum ve
vefat tarihini zikreder ve der ki: ‘Şeyh Alaaddin Ali Hicri 785, Miladi 1384
tarihinde Hayal Köyünde dünyaya gelmiş. Hicri 853, Miladi 1449 tarihinde vefat
etmiştir. İşte asıl skandal burada. Çünkü bu tarihe göre Şeyh Abdülkadir
Geylani’yle Hz. Üstadın arası takriben 500 sene oluyor.
Halbuki Bediüzzaman Hazretleri,
Şeyh Abdülkadir Geylani’nin 800 sene bizden uzak olduğunu Risale-i Nur’da beyan
ediyor ve tarih de öyle gösteriyor.
İşte biz burada dahi çarpık bir hata müşahede
ediyoruz. Benim kanaatimce bu fahiş hatadan dolayı Irak’taki uzman ve şecereyi
hazırlayan zat aldanmış ve yakın mesafeyi nazar-ı itibare alarak dokuz babayla
iktifa etmiş ve Sofi Mirza’yı sözde Şeyh Abdülkadir-i Geylani ile biraderi olan
Şeyh Alaaddin’in bir veledine bağlamış. Fakat başarılı olamamış; zira o Şeyh
Abdülkadir, Şeyh Abdülkadir-i Geylani olmadığı gibi ondan iki yaş büyük olan
Şeyh Alaaddin dahi onun biraderi değildir çünkü tarih çok hatalıdır.
Acaibdendir ki, Ahmet Akgündüz Hocamız
da bu tarihi hatayı görmeyerek sadece dokuz babadan ibaret olan şecereyi
04.09.2012 tarihinde kamuoyuna açıkladı. Sonra Diyarbakır’dan bazı itiraz ona
gidince bir derece farkına vardı. Bu sefer 20.12.2012 tarihinde biraz daha
ustaca davrandı. Takriben on bir baba daha piyasadan bularak veya internetten
çıkararak yeni bir şema çizmek mecburiyetinde kaldı ve sözde Şeyh Abdülkadir-i
Geylani’ye kadar babalarının sayısını takriben yirmi bire çıkardı. Başaracağını
zannetti fakat evdeki hesap çarşıya uymadı. Çünkü biz Hz. Üstadın şeceresine
ilave edilen on bir babanın hesabını soruyoruz. Acaba şecerede dokuz babanın
haricinde var mı?
4- Benim kanaat-ı kalbiyyem,
o şecereye her ne kadar eski bir evrak havası verilmiş ise de, yeni
yapılmıştır.
Ama ona rağmen Ahmet Akgündüz Hoca, Diyarbakır’da dedi ki: “Şecere
1935 tarihinde yapılmıştır.” İsterseniz ben bu meselenin hakikatını size izah edeyim:
Bakın kardeşlerim: Ahmet Akgündüz Hocamıza şecereyi getiren Mahmut adındaki zat
önce Diyarbakır’da benim yanıma geldi ve bütün evrakları bana verdi. Ben de
okumaya başladım. Baktım ki, çok eski bir evrak havası verilmiş. Buna binaen
ben sordum: ‘Sanki yüz senelik bir evraktır.’ dedim O da dedi: ‘Evet yüz
seneden fazladır’. Ben de buna binaen dedim ki: ‘Bediüzzaman Said-i Nursi’den
bahsederken Risale-i Nur Müellifi ünvanıyla zikrediliyor. Halbuki o tarihte
Risale-i Nur telif edilmemiştir.
Bu itirazdan sonra Mahmut kardeş bana dedi ki: ‘Şecereyi bana verenler
her ne kadar o tarihi göstermiş iseler de, bence 1990’da yapılmıştır’. Yine
itiraz ettim ve dedim ki: '20 senelik bir şecere kağıdı bu kadar eski
gözükmemesi gerekir’. Demek Ahmet Hocanın iddia ettiği şecerenin tanzim tarihi
olan 1935 senesi Mahmut tarafından bile tasdik edilmemiştir.
Evet o tarihte
çendan büyük bir miktar Risale-i Nur eserleri telif edilmiş ise de, Üstad
hapiste ve sürgünde olduğu ve Risale-i Nur’un telifi devam ettiği için, Risale-i
Nur’dan fazla bir haber yoktur. İşte bu da çok düşündürücüdür.
5- Irak’tan getirilen sözde
şecere sadece Üstada ait olduğu ve annesi Nuriye’ye ait bir şecere olmadığı
halde, Nuriye dahi Hüseyni gösterildi ve çift siyadet Üstada isnad edildi. İşte
buyurun;
Hani Nuriye hanımın şeceresi? Nur camiası acilen talep ediyor, ibraz
edilsin. 6- İddia edilen şecere,
sadece Şeyh Abdülkadir adında bir zatın bir veledine kadar gittiği halde, İmam
Ali’ye kadar gösterilmiş ve başka şemalar çizilmiş ve Ahmet Hoca tarafından
tamamlanmıştır.
7- Şecereyi hazırlayan kişi
mevcud hale bakarak tanzim etmiş. Zira Üstadın pederi “Mirza” olduğu halde, Üstada
hürmeten “Sofi Mirza” ismini zikretmiş ve Üstadın isimini de hem Said-i Nursi
hem Said-i Kürdi olarak beyan etmiştir. 8- İddia edilen şecerede
üstada yakın mesafede olan “Ali”, “Hızır”, “Mirza Halıd” ve “Mirza Reşan”ın
sadece isimlerini zikretmekle iktifa etmişken Şeyh Abdülkadir’den sonra gelen o
uzak babalara geniş yer verilmiş. Demek onlar internet ortamında varmış. Üstadın
yakın ecdadları ise yokmuş. Evet evet, nişane-i ved’ ve sun’i müdahale güneş
gibi görünüyor. 9- Irak’tan getirilen ve
Üstad’a şecere olarak isnad edilen sayfanın yazısı eski zamanın yazı şekli
olmayıp yeni neslin yazı türü olduğunu bütün Iraklılar şehadet etmektedirler. Ayrıca Arapça yazısı, Arap edebiyatına uygun
olmamakla beraber lisan-ı mahalli lehçesiyle yapılmış. Nahiv-sarf kaidelerine
de ters düşmüştür. 10-
İddia edilen şecere, istersen şimdi, istersen Ahmet Hoca’nın da kabul ettiği
gibi 1935’te yapılmış olsun. Bizim için çok fark etmez. Çünkü 1400 sene uzakta
olan bir babaya bir kişi tarafından tanzim edilecek bir şecerenin ne kadar
sağlam olduğunu ehl-i ferasetin takdirine havale ederim. 11-
Şunu da üzülerek ifade edeyim ki, Ahmet Akgündüz Hoca 20.12.2012 tarihinde
mühim Nur Talebelerinin huzurunda iddia edilen şecereyi basın yoluyla ilan
ederken dakîk, hakîm ve mütefekkir Nur Talebelerinden hiçbirisi başını kaldırıp
demedi ki;
“Sayın Ahmet Hoca! Irak’tan getirdiğin şecerenin bir fotokopisini
bize de verir misiniz? Ta bu hususta hakikatbîn olalım. Çünkü biz Kuran şakirdleri
delil ve burhanlara tabiyiz. Hırıstiyanlar gibi kıssîsîn ve ruhbanları taklid
etmiyoruz."
İnşaallah bu ikazat ve izahatlarımdan sonra Bediüzzaman’ın izzet ve
şerefini ve Risale-i Nurun gayret ve namusunu muhafaza etmeyi kudsi bir vazife
telakki eden bazı kahraman ve hakikatbîn Nur Talebeleri ayağa kalkıp getirilen
şecereyi mercek altına alacaklar ve bu hazin tabloyu tetkik edip bakacaklar. Ta
herkes bilsin ki gerçekten bu hakiki bir şecere mi?
Yoksa bütün Nur Talebeleri
töhmet altında kalacaklar ve sadakat ve uhuvvet duygusu çok zarar görecektir.
Evet hakkın hatır alidir hiçbir şeye feda edilemez. İşte ben mezkûr 11 maddelik
hakikatleri zeki, fetanetli, emin, ferasetli nur talebelerinin nazar-ı
dikkatlerine takdim ediyorum ve onunla bana düşen vazifeyi yerine getirmiş
oluyorum.
Kardeşim bak bana taalluk eden mühim
bir meseleyi de söylemek isterim ta su-i zanna medar olmasın. Şöyle ki:
Ben
şahsen bütün ruh-u canımla Hz. Üstadın hem maddi hem manevi siyadetini dergâh-ı İlahiyeden temenni ve niyaz ederim ve hiçbir zaman Hz. Üstadın adem-i
siyadetini isbat etmeye çalışmamışım ve çalışmıyorum. Halbuki eğer ben Hz. Üstadın
Risale-i Nurdaki akvâlini adem-i siyadetine delil ve hüccet olarak göstersem,
elimdeki delil ve senet, yüz defa daha ziyade siyadetini isbat etmeye
çalışanların ellerinde bulunan delillerden daha kuvvetli olur. Fakat buna
rağmen gayem Üstadın adem-i siyadetini ispat etmek değil, belki siyadetine dair
ortaya atılan iddianın ilmen ne kadar doğru olup olmadığını ve Risale-i Nur’un
cerh edilmez kat’i hüccetlerinin karşısında ne mahiyette olduklarını tahlil
etmektir. Not: Kıymetli Kardeşlerim, Üstadın siyadeti hakkında
yayınlanan belgelerin tümü yanımda mevcuttur. Hepsini dikkatle tetkik
ettim. Sadece yukarıda tercümesini yazdığım belge Üstad ile alakalı olduğundan
sizlere, onu takdim ettim. Diğer belgeleri tercüme gereği bile duymadım. Çünkü
Üstad ile hiçbir alakası yoktur…Üstadın siyadeti hakkında geniş, izahatlı bir
kitabım yakında yayınlanacaktır. Bilgilerinize sunmak isterim.
مُرادِ مَا
نَصِيحَتْ بُودْ وَ گُفْتَمْ * حَوالَتْ بَا خُدا كَرْدَمْ وَ رَفْتَمْYani: Muradım
nasihattı söyledim, Allah’a havale ettim ve gittim Molla
Feyzi GüzelsoyDiyarbakır
Aralık-2013