5 Şubat 2019 Salı

AHMET AKGÜNDÜZ, DOKTORA TEZİNİN 3'TE 1'İNİN İNTİHAL OLDUĞUNU KABUL EDİYOR!


 
 AHMET AKGÜNDÜZ, DOKTORA TEZİNİN 3'TE 1'İNİN İNTİHAL OLDUĞUNU KABUL EDİYOR!

"Profesör" Ahmet Akgündüz'ün doktora tezi intihal imiş. Bunu ben demiyorum, şu an Sivas Cumhuriyet Üniversitesi'nde profesör olarak görev yapan Hasan Yüksel bey söylüyor. Sadece "söylemiyor" da, belgeleri ile ortaya koyuyor.

İntihal iddiası çok büyük bir itham, nasıl belgelemiş olabilir ki diyeceksiniz. O zaman Tarih ve Toplum Dergisi'nin Mayıs 1991 tarihli sayısında yer alan makaleyi satır satır okumanız, (derginin hacmi düşünüldüğü için kısıtlı olarak kullanılan) şemaları incelemeniz gerekiyor.
Önce kendisi de vakıflar konusunda uzman olan Prof. Dr. Hasan Yüksel'in makalesini yayınlayacağım.

Onun altına Ahmet Akgündüz'ün verdiği cevabı;
onun da altına Hasan Yüksel beyin ikinci cevabî makalesini koyacağım.

Tarih ve Toplum Dergisi, Mayıs-1991, Cilt:15, Sayı: 89 .










AHMET AKGÜNDÜZ'ÜN HASAN YÜKSEL BEYE VERDİĞİ ÇALIŞTIĞI CEVAP!





HASAN YÜKSEL'İN AHMET AKGÜNDÜZ'E
İKİNCİ CEVABÎ MAKALESİ

TARİH VE TOPLUM DERGİSİ
EYLÜL-1991 SAYI: 93


 

 

4 Şubat 2019 Pazartesi

BEDİÜZZAMAN SEYYİD DEĞİLDİR. MOLLA GÜZELSOY'UN BADILLI VE AKGÜNDÜZ'E REDDİYESİ

BEDİÜZZAMAN SEYYİD DEĞİLDİR.

MOLLA GÜZELSOY'UN

BADILLI VE AKGÜNDÜZ'E REDDİYESİ

Aşağıdaki yazıda, uyduruk şecere ile "Ben seyyid değilim" diye eserlerinde defalarca yazan, mahkemelerde ve Darü'l-Hikmet-i İslamiye'ye girişinde yaptığı beyanlarda bunu ifade eden Bediüzzaman Hazretlerini yalancı çıkarmaya çalışan Ahmet Akgündüz'e ve ona garip bir şekilde destek çıkan Abdülkadir Badıllı'ya verilen cevabı okuyacaksınız. O Abdülkadir Badıllı ki, kendisi 1990 yılında yayınladığı Mufassal Tarihçe-i Hayat adlı kitabında Bediüzzaman'ın Arap ve Seyyid olduğu iddialarına uzun sayfalar boyunca cevap vermiş birisi.

Ne olmuştu ki, yıllar sonra kendi kendini nakzetme ihtiyacı hissetmişti bilemiyoruz. Hem de bu konuyla ilgili Risalehaber'de yayınlanan yazısında kendisi dahi Akgündüz'ün belgelerinin "temelsiz" olduğunu açıklamışken.

O dönemin canlı şahidi olduğumuz için Badıllı'nın, Molla Feyzi Güzelsoy'a gayet rencide edici bir mektup yolladığını ve bu mektubu da kendisine dost sitelerde daha sonra yayınlattığını biliyoruz. Badıllı'nın keskin üslubu ve cür'etkârlığını Bediüzzaman'ın yegâne vâris-i hakikisi merhum Hulusi Yahyagil'e yolladığı mektuplardan da biliyoruz.

Fetullah Gülen'i, yıllarca birkaç konu hariç sonuna kadar destekleyen, Kur'an'ı, Hadis'i ve Risale-i Nur'u açıkça tahrif etmesine rağmen onu büyük bir veli olarak kabul eden ve saygılı davranan Badıllı, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın aldığı keskin tavırdan sonra Gülen'i "şeytan" olarak ilan etmişti.

Gülen, İslam dinini 17/25 Aralık 2013'ten sonra bozmamıştı ki!

1995'ten itibaren fetvalarıyla gerçek yüzünü göstermesine, Yahudiler ve Hıristiyanları Cennet'e doldurup, faiz, zekat, tesettürle ilgili konularda müfsid olduğunu ortaya koymasına rağmen onu bu kadar tahkir edici şekilde itham etmeyen; hatta "hürmet" eden Abdülkadir Badıllı'nın ona gösterdiği şefkati ehl-i ilim olan Molla Feyzi Güzelsoy'a göstermemesini anlamakta güçlük çekmiştim.

Yine, Hulusi Yahyagil merhuma gönderdiği mektuplardaki "buyurgan" üslubunu gördüğümde ise gerçekten kendi adıma çok "ürkmüştüm".

Badıllı beyin, www.risalehaber.com sitesinde çıkan yazısı da aslında "kibar kibar" Ahmet Akgündüz'ün ortaya koyduğu belgelerin "boş" olduğunu, iddiasının "temelsiz" olduğunu ortaya koyuyordu. Ama niçin aynı kibarlıktaki reddiyesiyle Akgündüz'e cevap veren Molla Güzelsoy'u mektubuyla üzmüş, onu gurur, kibir ve "asabiye" ile itham etmişti anlayamıyorum. (Badıllı'nın yazısını bu metnin en altına ekliyorum)

****

Molla Feyzi Güzelsoy’dan Prof. Ahmet Akgündüz'ün iddialarına cevap


29.4.2013 18:20:

iktibas edilen link:

Molla Feyzi Güzelsoy’dan Prof. Ahmet Akgündüz'ün iddialarına cevapBediüzzaman’ın kendi yazdığı eserlerdeki beyanlarının aksine Kürt değil ‘Seyyid-Arap’ olduğunu iddia eden ve belgelerle ispat ettiğini ileri süren Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün açıklamalarının yankıları sürüyor.Akgündüz, ileri sürdüğü iddiaların ilmen cerhedilmesi sonrası ikinci bir açıklama yaparak kendisine reddiye yazanları ‘ırkçı, Kürtçü ve PKK’cı olmakla suçladı.Bediüzzaman’ın kendi yazdığı eserlerdeki beyanlarının aksine Kürt değil ‘Seyyid-Arap’ olduğunu iddia eden ve belgelerle ispat ettiğini ileri süren Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün açıklamalarının yankıları sürüyor. Timeturk.com okurları Molla Feyzi Güzelsoy’un Risale-i Nur’a dayanarak Akgündüz’e verdiği cevabı buradan okumuştu.Akgündüz, ileri sürdüğü iddiaların ilmen cerhedilmesi sonrası ikinci bir açıklama yaparak kendisine reddiye yazanları ‘ırkçı, Kürtçü ve PKK’cı olmakla suçladı. İleri sürdüğü evrakın tarihî ve ilmi hiçbir değerinin olmadığını ispat eden Molla Güzelsoy için ise “PKK’yı destekliyor” şeklindeki ifadeler kullandı. Bu ifadeler Güzelsoy’u tanıyanlar ve sevenler nezdinde büyük bir infiale sebep olmuştu. Akgündüz’ün verdiği cevapta da birçok çelişki bulunması yanında yakın tarihli olarak hazırlandığı ortaya çıkan mühürleri de şu ifadelerle savunması dikkat çekici bulunmuştu: “Önemli olan mühürlerin hangi tarihli yahut ne zaman hazırlandığı değil, hazırlanan şecerenin orijinalliğidir. Eski yahut yeni tasdik mühürlerinin bulunuşu, bahsedilen makamların bu belgeleri tasdik manasını taşımaktadır.”Molla Feyzi Güzelsoy’un Akgündüz’ün Bediüzzaman’ın şeceresiyle ilgili iddialarına verdiği cevap şöyle:

"MOLLA FEYZİ’DEN ŞECERE TARTIŞMASININ
BAŞ AKTÖRÜ OLAN AHMET AKGÜNDÜZ
HOCANIN
 SORUMSUZCA AÇIKLAMALARINA
MÜSKİT  BİR CEVAP


Kıymetli Kardeşlerim, 1 Nisan 2013 Pazartesi günü “Said Nursi şeceresine gelen itirazlara cevap” adı altında Ahmet Akgündüz Hoca’ya ait bir yazıyı Risale Haber sitesinde müşahede ettim. Mühim yerlerini dikkatle okudum. Baktım ki o hocamız, akl-ı selimin semasından ve ilm-i hikmetin nücum ve yıldızlarından nazil olan delâil ve berâhin-i kat’iyye karşısında iflas etmiş çırpınmakta ve gelen itirazlara cevap vermekten ziyade, yakaza aleminde bulamadığı hakikatleri, alem-i menamdan ve rüya tabircilerinden ve Risale-i Nur’un sarahatine zıt olan hurâfevâri hikayelerden medet ve destek beklemektedir.Bununla da yetinmemekte, herkese kendi penceresinden bakarak ve kıyas-ı binnefs yaparak, ya ‘Türk Milliyetçiliğiyle’ ya da ‘Kürt Milliyetçiliğiyle’ ittiham etmekte ve onlara haram suyu püskürtmektedir. Halbuki ben bütün ruh u canımla inanıyorum ki ne Türkler ne de Kürtler Üstad-ı Zişan olan Bediüzzaman’a isnad edilen seyyidlik faziletinden asla rahatsız değiller. Ancak o mübarek kardeşlerimiz her ne kadar akılları görmese de, o hassas ruhları bu işin içine pest ellerin girdiğini hissetmişler. Onun için haklı olarak tenkid etmeye başlamışlar. Buna delil mi istersin: Bak şimdiye kadar, üstadın seyyidliği hakkında çok kişilerden, hatta üstad ile beraber yaşamış olan zatlardan rivayet geldiği halde kıyamet kopmamış ve kimse rahatsız olmamıştı. Demek ki o Hocaefendi, bu hizmetiyle Hz. Üstad’a bir kuvvet, bir fayda vermediği gibi o Üstad-ı Âlicenâb’ın ‘mehdilik’ ve ‘seyyidliğini’ tartışılır hale getiremeye vesile oldu. 
Gel gelelim bu efendinin, benim hakkımda ortaya attığı iddia ve iftiralarına bir göz atalım. Bak kendisi on maddeden ve on sayfadan müteşekkil itiraznamemin tek bir maddesine tek bir cevap bulamadığı için o kapıyı çalmamış, aksine bu sefer iddia ve iftiraya ve sokak ağzıyla konuşmaya başlamıştır. Güya ben çok ileri giderek, Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir Bey’e medhiyeler yazmışım. Hakikat-ı hal beyan edilirse bu zatın hâlet-i rûhiyesi ve psikolojik dengesi net olarak ortaya çıkacaktır.

Hakikat-ı hâl şudur ki: Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir Bey, birkaç defa Hazreti Süleyman Eğitim Vakfı bünyesinde hizmet eden Diyarbakır Nur Cemaatini ziyaret etmiş ve aralarında samimi, dostane bir ilgi ve alaka peydâ olmuştur. Buna mukabil geçen Ramazan-ı Şerif’te ben ve Ahmet Akgündüz Hoca’nın yakın akrabası olan “HASEV” vakıf başkanı “Adnan Budak” ve Diyarbakır Nur Cemaati içinde ehl-i hizmet bir arkadaşımız olan Abdullatif Çelik ile aramızda cereyan eden bir meşveret kararı neticesinde “Osman Baydemir Bey”i makamında ziyaret etme kararı almış ve kendisini ziyaret etmiştik.

Ben ziyaret öncesi, Kürtçeye çevirdiğim ve RNK Yayınları tarafından basılmış olan Risale-i Nur’dan “Küçük Sözler”, “Yirmi Üçüncü Söz” ve “Yirminci Mektub” risalelerini ihtiva eden bir kitabı da yanıma almıştım. Sohbet esnasında ben o kitabın birinci sayfasına bir dua yazarak başkana takdim ettim. Kendisi de memnuniyetini ifade etti ve bu kitabı dikkatle okuyacağını söyledi. İşte medhiye denilen mesele bundan ibarettir.

Allah aşkına bundan daha güzel, daha insanî ve daha ahlakî bir davranış şekli var mı? Ben çok merak ediyorum, acaba eğer “Osman Baydemir” yerine MHP’den bir belediye başkanı olsaydı, yine bu kadar rahatsız olur muydu? Herhalde cevabını beklerim. 

Mesele ikinci iftiraya gelince: Güya ben PKK hereketini şanlı bir mücâdele diye tavsif etmişim. Ben bütün kuvvetimle bunu reddedip hiçbir asıl ve esasa dayanmadığını ve iftira olduğunu bütün kardeşlerime ilan ediyorum. Eğer böyle bir kelime ağzımdan çıkmış ise kendisi de isbat ederse, elbette ben onu tebrik ederim. Aksi takdirde ben onu Aziz-i Cebbar ve Kahhar-ı Müntakim olan Allah’a havale ederim. 

Hele ki ülkemizde muharebe ve mücâdele değil, belki müzâkere ve musâlahanın plan ve projeleri te’sis edildiği bir hengâmda böyle kışkıştırıcı ifadeleri kullanmakla neye hizmet ettiğini ben şahsen anlamakta zorluk çekiyorum. 

Kıymetli kardeşlerim bu meselenin de hakikatı şudur ki; geçen yaz mevsiminde Bingöl Üniversitesi’nde “Kürt Sorunu ve Demokratik Çözüm” adı altında bir sempozyum düzenlendi. Ne talihsizliktir ki ben ve o malum Hoca oraya konuşmacı olarak davet edilmiştik. Önce kendisi kürsüye çıktı, onun konuşması bittikten sonra ben konuşmamı yaptım. Fakat ben konuşmamı daha önce hazırladığım bir metne dayanarak yapıyordum. Bu nedenle konuşmam kayıt altındadır. Her vakit müracaat edilebilir ve bu mesele araştırılabilir. 

Halbuki ben eskiden beri, bu asırda Kur’an-ı Azimüşşan ve Şeriat-ı Garra’nın hakimiyeti için bile, ülke dahilinde silahlı mücadelenin meşrûiyetine inanan bir kimse değilim. Dolayısıyla dünyevî ve millî bir mesele için bu kadar kan dökülmesine taraftar olmam ve şanlı bir hareket şeklinde tavsif etmem düşünülemez! 

Evet, ben Kur’an’dan ve onun hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur’un şefkatkârane düsturlarından aldığım ders-i imanîye binaen daima müsbet hareket etmek, menfi hareket etmemek prensibini meslek ittihaz etmişimdir.

Fesübhanallah! Fikr-i siyasi ve huzuzât-ı nefsâni insanı ne hale getiriyor? Ayrıca, sahte mehdiden bahsediyor. Güya benim itiraznâmem o sahte mehdiye ve başka zatlara bir mesned haline gelmiştir. Ancak kimleri kastettiğini tam bilemiyorum. Bununla birlikte malum hocaya derim ki: 

“Ey muhterem Hocam ve ey değerli hemşerim! Müsterih ol, rahat et, moralini de bozma. İnşallah aldanmayız ve yanlış anlamayız. Çünkü bizim nazarımızda hiçbir zaman sahte belgeciler, sahte mehdilere yetişemezler. Zira Üstad-ı Alicenâp eski zamanda, mehdi olmayan fakat mehdilik iddiasında bulunan bazı zâtlara nazar-ı müsamaha ile bakmış ve onları bir derece mazur görmüştür. Ama sahte belgeciler ise öyle değil, belki onlar hakkında tehdid-i azim vardır diye hadislerde rivayet edilmiştir.”
Mesele Abdülkadir Badıllı Ağabeyimizin bana irşadkârâne gönderdiği maile gelince: Ben birkaç ay evvel üstadın seyyidliği hakkında, takriben 60 sayfalık bir yazıyı meşveret niyetiyle ona göndermiştim. Ancak cevap bana gelince baktım ki Şeyh Abdülkadir-i Geylani Fütuhu’l Gayb adlı kitabında bir talebesine hitap ederken celalli ve hiddetli hitap ettiği gibi kendisi de bana celalli ve hiddetli bir şekilde hitap etmiştir. Önce hikmetini bilmedim, sonra anladım ki tenkid maksadıyla değildir. Belki sırr-ı şefkat ve rûh-u uhuvvetten gelen bir irşad tarzıyla beni ikaz etmiştir.Ben de bu celalli irşadını manevi bir iltifat suretinde telakki ettim ve ondan bir ders-i hikmet çıkarmaya çalıştım. Evet, evet… İki Abdülkadir böyle bir sıfatta birbirine yakın olması garip karşılanamaz. Ancak o kitabım halen durmakta ve üzerinde çalışmalarım devam etmektedir. İşte hakikat-ı hal böyleyken ve o kitap halen elimdeyken, Abdülkadir Badıllı ağabeyimin bana irşad niyetiyle ve nasihat maksadıyla gönderdiği hususi ve nâmahrem mektubunu başka maksatlara çekmek ve onunla yakın bir dostunu tenkid etmeye çalışmak, hatta birkaç iftirayı da ona eklemek ne kadar ahlakî ve ne kadar edebî olduğunu ehl-i hikmet ve ehl-i ferâsetin takdirlerine havale ederim.Şunu da ifade etmek isterim ki: Eğer bu mektubun Risale Haber Sitesi’nde ve daha önce de bir ulusal televizyonda yayınlanması, Badıllı Ağabeyimizin izin ve müsaadesiyle olmuş ise, elbette hoş karşılanamaz. Ancak, o mübarek zatın bundan haberdar olduğuna inanamıyorum. Zira o zaman gaye irşâd değil ifsâd olur. Buna binaen bu işi taharri edip sorgulamak ve faillerini tenkid etmek ona aittir. Eğer bunu yaparsa elbette ulüvv-ü cenâplık yapmış olacaktır.Mesele Abdülkadir Badıllı Ağabeyimizin mektubuna gelince, ben o halis mektuba redd-i cevap niyetiyle birşey yazmak istemiyorum. Belki o mübarek mektubu kendi emeline alet eden malûm zata cevaben derim ki: Ben mektubun muhteviyatını iki şıkta mütalaa ediyorum.Birinci şık; benim nefsime isnad edilen kibir, ucub ve gurur gibi süfli evsaflardır. İkinci şıkta ise; Risale-i Nur’dan bazı mana ve mülahazaları yanlış anladığım ifade edilmektedir.Birinci şıkka cevaben derim ki: “Ben tevazu suretinde demiyorum. Belki bütün ruh-u canımla inanıyorum ki, nefsime isnad edilen kibir, ucub ve gurur gibi ahlak-ı malûme ve evsaf-ı mezmûme hepsi bitamamiha bende mevcuttur. Ben de sizin gibi onlardan cidden nefret ederim. Onun için ben avukat gibi kendi nefsimi müdafaa edemem. Çünkü bunun vebali çok büyüktür. Ancak ben o nefsimin ıslahı için sizden dua ve himmet beklerim.Mesele ikinci şıkka gelince; güya Hz. Üstad kendine hem müceddidliği hem iman noktasında mehdiliği kabul ettiği halde; ben ise hem müceddidliğini, hem mehdiliğini, hem seyyidliğini milli asabiyet namına red ve inkar etmişim. İtirazlarının hülâsası bundan ibarettir. Ben de buna cevaben derim ki: Yanlış bir anlaşılma var. Ben onları hiçbir zaman red ve inkar etmemişim ve dememişim ki “benim kanaatime göre Hz. Üstad mehdi değil yahut müceddid değil veyahut seyyid değil!”. Zira o ne benim hakkımdır, ne de benim haddimdir. Belki ben kalben, Hz. Üstadın hem mehdiliğini hem müceddidliğini ve hem seyyidliğini bütün ruh u canımla dergah-ı ilahiyeden temenni ve niyaz ediyorum ve kendimi ona taraftar da hissediyorum. Bununla birlikte, benim iddiam şudur ki:Üstad-ı Zişan olan Bediüzzaman Hazretleri kendi şahsına hem mehdiliği, hem müceddidliği, hem seyyidliği asla kabul etmiyor. Aksine bu makamları Risale-i Nur’da sarih bir şekilde reddediyor. Müceddidliği sadece Risale-i Nur’a veriyor ve onun bir nevi mehdiliğini kabul ediyor. Bunun sırr-ı hikmeti de şudur ki; Risale-i Nur’u kendi malı saymıyor. Çünkü üstada göre:“Risale-i Nur'un tezahürü, yalnız tercümanının fikriyle veyahut onun ihtiyac-ı manevi lisanıyla Kur'ân’dan gelmiş. Yalnız o tercümanın istidadına bakan feyizler değil, belki o tercümanın muhatapları ve ders-i Kur'ân’da arkadaşları olan halis ve metin ve sadık zatların o feyizleri ruhen istemeleri ve kabul ve tasdik ve tatbik etmeleri gibi çok cihetlerle, o tercümanın istidadından çok ziyade o Nurların zuhuruna medar oldukları gibi, Risale-i Nur'un ve şakirtlerinin şahs-ı manevisinin hakikatini onlar teşkil ediyorlar. Tercümanının da içinde bir hissesi var. Eğer ihlassızlıkla bozmazsa, bir tekaddüm şerefi bulunabilir.” (Emirdağ Lâhikası, s. 63) 
Haydi bu hakikat-ı ulyâyı ve bu mesele-i uzmâyı teyid eden bir izahı yine Üstad’dan dinleyelim. Bak bu İmam-ı Muazzam ve Üstad-ı Muhterem Yirmisekizinci Mektup’ta diyor ki:
“Sözler hakkında tevazu suretinde demiyorum; belki bir hakikatı beyan etmek için derim ki: Sözler'deki hakaik ve kemalât, benim değil Kur'anındır ve Kur'andan tereşşuh etmiştir.“ 
Başka yerde yine diyor ki: “İşte, bunun gibi, ben de, sesim yetişse bütün küre-i arza bağırarak derim ki: Sözler güzeldirler, hakikattirler. Fakat benim değildirler; Kur’ân-ı Kerîmin hakaikinden telemmu’ etmiş şualardır.” (Barla Lahikası, s. 12)Hem diyor ki: “Baki bir hakikat fani şahsiyetler üstüne bina edilemez.” (Mektubat)Hem diyor ki: “Bunu kat’iyyen ilan ediyorum ki, Risale-i Nur Kur’an’ın malıdır, benim ne haddim var ki sahip olayım.” (Emirdağ Lahikası)Kıymetli kardeşlerim bundan net anlaşılıyor ki: Hz. Üstad kendi şahsını ayrı ve Risale-i Nur’u ise ayrı bir kategoride mülahaza etmekte ve her birisine ayrı ayrı hükümler biçmektedir. İşte Sikke-i Tasdik-i Gaybiye’den aleyhimde nakledilen ibarede Üstad-ı Âlicenâp Risale-i Nur’a bile mehdiliği münasip görmeyerek müceddidlik ve Mehdi’ye pişdarlık vazifesini bize tavsiye etmiş ve demiş ki:“Onun için, Nurlara o ismi (ahir zamanda gelecek zatın ismini) vermek münasip görülmüyor. Belki müceddittir, onun pişdarıdır, denilebilir.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi)Mesele Risale-i Nur’a isnad edilen bir nev’i mehdilik makamına gelince kendine değil belki Risale-i Nur’un şahs-ı manevisine vermektedir. Bak üstad-ı zişan diyor ki:“Nur şakirdleri birinci vazifeyi (yani hizmet-i imaniyeyi) tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden, ikinci, üçüncü vazifeleri de, buna nisbeten ikinci, üçüncü derecededir diye, Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsini haklı olarak bir nevi mehdi telâkki ediyorlar.” (Şualar, On Dördüncü Şua)Ama mesele onun şahsına gelince: Bu zat-ı mübarek olan Hz. Üstad, Risale-i Nur’un müteâddid yerlerinde, sarih bir şekilde hem mehdiliğini, hem müceddidliğini, hem de seyyidliğini kabul etmeyerek reddetmiştir ve Risale-i Nur’un hiçbir yerinde “Ben Mehdiyim, mücediddim veya seyyidim” dememiştir. Ancak ben bu hakikatlerle meşgul iken birden latif, zarif, şirin ve ulvî bir hakikatı tahattur ettim. Şöyle ki:Üstadın bu reddiyesi, onun karîha-i ilmiyesinden ve kanaat-ı kalbiyesinden çıktığı için onu bağlar. Vâkî ve nefsü’l-emre bakmayabilir ve onu tağyir ve tebdil etmeyebilir. Yani şayet indallah Hz. Üstad’a ait mehdilik, müceddidlik ve seyyidlik gibi harika kemalat ve ali makamat varsa ve mukarrer ve mukadder ise elbette bu Zat-ı Mübarek’e haberi olmadan ve muntazır değil iken “rızki min haysu la yehtesib” kâbilinden ahirette ona verilebilir. Hatta verilmesi için bütün ruh u canımızla dergah-ı ilahiyeden temenni ve rica ederiz. Evet evet en büyük bir ihsan-ı ilahi insana ihsanını ihsas ettirmemektir.Ama eğer mehdilik ve müceddidlik gibi makamatlar açık bir şekilde dünyada bu üstad-ı âliye verilse, sırr-ı ihlasa binaen asla almaz ve kabul etmez. Fakat bu gaybi tahmin sadece bir kanaat-ı kalbiye olabilir. Zahir bir delile dayanmadığı için bir hakikat-ı ilmiye olamaz ve bu fikre başka bir kişi davet edilemez.Kıymetli kardeşlerim, ben burada zarîf ve latif bir nükte-i ilmiyeye nazar-ı dikkatinizi çekmek isterim. Zira o bir miftah gibi, bir anahtar gibi inşaallah Risale-i Nur’un muğlak ve müşkil yerlerini bir derece açmaya vesile olacaktır.

Şöyle ki: 
“Eğer denilse: Siz dediniz ki: Şayet dünyada Mehdilik ve müceddidlik gibi harika makamat ve âli kemalât üstada verilmiş olsa bile sırr-ı ihlasa binaen Üstad o makamatı kabul etmezdi. Ama siz orada seyyidlikten bahsetmediniz! Buna binaen biz de deriz ki: Şayet ona seyyidlik verilseydi durum nasıl olurdu diye çok merak ediyoruz!”Ben bu soruya cevaben derim ki: Üstad-ı Âlicenâb dünyada mehdilik ve müceddidlik gibi makamât-ı âliyeyi sırr-ı ihlasa muvafık görmüyor. Zira Risale-i Nur makamat-ı dünyeviye şöyle dursun, belki makamât-ı uhreviyeye de alet olamaz. O sıkleti bile kaldıramaz. Ama maddi ve manevi seyyidlik ise öyle değildir. Çünkü namazda Âl-i Muhammed’e (ASM) yapılan duanın altına girmeye vesile olduğu ve harika makam olmadığı ve üstadın ruhunda acîb bir acz ve fakr dercedildiği için makamatları kazanmak maksadıyla değil belki Rahmet-i İlahiyenin celbine vesile olduğu için üstadımız taraftar olup ondan kaçmamıştır. Olsa olsa üstad-ı âlicenâb o seyyidlik sayesinde salih bir adam olur. Bu ise imanın gereğidir, harika bir makam değildir.Ayrıca maddi seyyidlik, manevi seyyidlik gibi değildir. Hükümleri bir derece birbirinden ayrıdır. Çünkü manevi seyyidlik, takva sırrına dayandığı için ihtiyar-ı beşere havale edilebilir. “İstiyor musun, istemiyor musun?” diye sorulabilir. Ama maddi seyyidlik ise ihtiyar-ı beşere tabi olmadığı ve direkt kudret-i Rabbaniye’den çıktığı için red ve inkar edilmez. Belki red ve inkarı günah-ı kebairdendir. Bu nedenle hiç kimse nesebini bilerek inkar edemez. Bu sırrı-ı azime üstadımız işaret eder ve “Muhakemat” adlı kitabında der ki: “Seyyid olmayan seyyidim ve seyyid olan değilim diyenler, ikisi de günahkar ve duhul ile huıuc haram oldukları gibi hadis ve Kur’an’da dahi ziyade veya noksan etmek memnu’dur.”Bu hakikate binaen, hiç kimse, “Hz. Üstad kendisini seyyid bildiği halde bazı maslahatlara binaen seyyidliğini inkar etmiştir” diye iddia edemez. Zira bu çirkin bir hatadır ve meczubâne bir iddiadır.Bundan dolayı derim ki: Ey hayali arkadaşım gel, senin kulağına bir şey söyleyeyim. Ta onunla benim hakkımda nefis ve şeytandan size gelen evhamları biraz sileyim. Emin olun, ben üstadın maddi ve manevi seyyidliğine taraftarım ve öyle olması için her dem dergah-ı ilahiyede ricakarım, hatta ümidvarım. Fakat onunla beraber hudud ve sınırları zorlamak da bir fazilet değil. Hayalât ve hikayâtın peşinde koşup onlarla bir şeyi ispat etmeye çalışmak da bir hakikat değil.Unutmayalım ki hakperestlik ayrı bir şey, hayalperestlik ise tamamen ayrı birşeydir. “Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meyl-üt tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meyl-ül mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meyl-ül mübalağa ile, hayali hakikata karıştırmaktır. Bu seciye-i seyyie ile iyilik etmek, fenalık etmek demektir. Bilmediği halde tezyidinden noksan, ıslahından fesad, m edhinden zemm, tahsininden kubh tevellüd eder. Zira müvazenet ve tenasübden naşi olan hüsnü, ihlâl eder. Nasıl ki bir ilâcı istihsan edip izdiyad etmek, devayı dâ'e inkılab etmektir.’ (Muhakemat)Ey meslek-i hakikati bırakıp hayalat peşinde koşan sergerdan hayali arkadaşım, eğer sen bu mesele-i ulyayı ve bu hakikat-ı uzmayı Risale-i Nur’un cerh edilmez kat’i hüccetlerinden ve Üstad-ı Zişanın direkt sadık lisanından çıkan metin hakikatlarından kat’i olarak öğrenmek istersen: “Hakikatın keşfine mani olan arzu-yu hilaf ve iltizam-ı muhalif ve tarafdar-ı nefis cihetiyle asılsız evhamını bir asla irca' etmekle kendini mazur göstermek ve müşterinin nazarı gibi yalnız meayibi görmek ve çocuk tabiatı gibi bahane ile mahane tutmak gibi emirlerden nefsini tecrid ile şartıma müraat edebilirsen huzur-u kalb ile dinle: ” (Muhakemat)Bak 4 Ağustos 1334 tarihinde Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye azalığına tayin edilen Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri, Meşihat’e verdiği tercüme-i hal varakasında Bitlisli olduğunu, isminin Said ve şöhretinin Bediüzzaman olduğunu yazmıştır. Ayrıca, pederinin ismini Mirza, annesinin ismini ise Nuriye Hanım olarak tavsif etmiştir. Devamında bir sülale-i marufeye nisbetim yoktur, mezhebim şafiidir, Devlet-i Aliye-i Osmaniye tabiiyatındanım diye tercüme-i hal varakasını doldurmuştur.Üstad-ı Zişan olan bu insan-ı kâmil tercüme-i halinde “Bir sülale-i marufeye nisbetim yoktur” cümlesine benzer bir cümleyi de “Münazarat” adlı kitabında dile getirmiş ve demiştir ki: “Meşhur bir nesebim yoktur ki mazisini muhafazaya çalışayım”. Hem bu Dahi-yi Azam ve İmam-ı Muhterem Yirmi Altıncı Mektup’ta aynı hakikatı başka bir libasta göstererek demiş ki: “Hem asil bir hanedandan olmadığından hısset derecesinde iktisada düşkün ve pest ahlaklar görülüyor”Hem On İkinci Şua’da Ahmet Hüsrev’in mübarek hattıyla şu ibare geçmektedir: “Ben seyyid değilim. Mehdi ise Al-i Beyt-i Nebeviden olacaktır.” (Osmanlıca Şualar, s. 288) Hem On Dördüncü Şua’da şu ibare geçmektedir:

“Ahir zamanın o büyük şahsı, neslen Al-i Beytten olacak. Biz nur şakirtleri ancak manevi al-i beytten sayılabiliriz.” Hem Emirdağ Lahikası’nda demiş ki: “Ben kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki ahir zamanın o büyük şahsı Âl-i Beytten olacaktır.”
Yine Emirdağ Lahikası’nda demiş ki: “Gerçi manen ben, Hz. Ali’nin bir veled-i manevisi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed (ASM) bir manada hakiki nur şakirtlerine şamil olmasından ben de Âl-i Beyt’ten sayılabilirim.”Hem On Dördüncü Şua’da da: “Savcı iddianamesinde: “Said, Hazret-i Ali'nin (R.A.) ilm-i hakikat itibariyle şakirdi olduğumdan, manevî evlâdı olabilirim, demesiyle kendine atfedilen makamlara liyakatını kabul etmiş görülmektedir.” (Şualar, 14. Şua) demesine karşı üstad diyor ki: “Ben de manevî Âl-i Beyt'ten sayılabilirim demekten maksadım; bir kısım müçtehidlerin duasında, "Seyyid olmayan fakat ehl-i takva bulunanlar, o duada dâhildirler" dediklerinden, o umumî duada benim de bir hissem bulunması için ricakârane bir te’vildir. Yoksa o hatakârane mana hiç hatırıma gelmemiş.”Hem bu Üstad-ı Zişan olan Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri kendi mehdiyyeti, kendi müceddidliği ve kendi seyyidliği hakkında fikrini beyan ederken, On Dördüncü Şua’da Ahmet Hüsrev’in hattıyla aynen şunları söylüyor:
 
“İddianamede benim hakkımda dört esas var.Birinci esas: Güya bende tefahur ve hodfuruşluk var ve kendimi müceddid biliyorum. Ben bütün kuvvetimle bunu reddederim. Hem mehdîlik isnadını hiç kabul etmediğimi bütün kardeşlerim şehadet ederler. Hattâ Denizli’deki ehl-i vukuf “Eğer Said mehdîliğini ortaya atsa bütün şakirtleri kabul edecek” dediklerine mukàbil, Said, itiraznamesinde demiş ki: “Ben Seyyid değilim. Mehdi Seyyid olacak” diye onları reddetmiş ve hiçbir vakit hatırıma gelmemiş ve dememişim ki benim mehdiliğim var.Yalnız bir defa bir risalede demişim ki: Ahir zamanda gelecek Al-i Beyt’ten Hz. Mehdi’nin çok vazifelerinden bir vazifesi olan iman-ı tahkiki ile ehl-i imanı kurtarmak vazifesi Risale-i Nur’da misli var. İnşallah o zat geldiği vakit Risale-i Nur’u o cihette bir program yapacak dedim. Yoksa ben seyyid olmadığım gibi hiçbir vakit böyle haddimden yüz derece ziyade hülyalarda bulunmadım ve Risale-i Nur’un bazı hüsn-ü zanlı talebelerinin mübalağakarane, mahremce üstadına haddinden ziyade hüsn-ü zan edip Risale-i Nur’un hadimliği itibariyle bazı böyle müceddid gibi ünvanları verdikleri için onları reddedip hatırlarını kırmışım.”Hem Barla Lahikası’nda kendi makamı hakkında demiş ki:

“Senin şu aciz ve fakir ve hiç ender hiç olan kardeşin bin derece haddimin fevkinde olarak kendimi
o gelecek adam olduğumu iddia edemem. Hiçbir cihetle liyakatım yoktur. Fakat o ileride gelecek acip şahsın bir hizmetkarı ve ona yer hazır edecek bir dümdarı ve o büyük kumandanın pişdar bir neferi olduğumu zannediyorum ve ondandır ki sen de yazılan şeylerden o acip kokusunu aldın.”
Hem acip ve bedi’ olan bu Üstad-ı Zişan, Sikke-i Tasdik-i Gaybi adlı kitabında Risale-i Nur’un hüsn-ü tesirinden ve yaptığı manevi fütuhatından bahsederken şunları söylüyor:“Hem öyle kökleşmiş ki, inşaallah hiçbir kuvvet Anadolu'nun sinesinden onu çıkaramaz. Tâ ahir zamanda, hayatın geniş dairesinde, asıl sahipleri, yani Mehdî ve şakirtleri Cenab-ı Hakkın izniyle gelir, o daireyi genişlettirir ve o tohumlar sümbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip Allah'a şükrederiz.”Hem O Üstad-ı Zişan Kastamonu Lahikası’nda demiş ki:“Aziz kardeşlerim, Sadakatınızdan tereşşuh eden ve haddimin pek çok fevkinde hüsn-ü zannınıza karşı bundan evvel verdiğim cevabın bir tetimmesi olarak, bu gelecek fıkrayı iki gün evvel yazmıştık. Sizin fevkalâde sadakat ve ulüvv-ü himmetinizden tereşşuh eden bir hafta evvelki mektubunuza karşı hüsn-ü zannınızı bir derece cerh eden benim cevabımın hikmeti şudur ki:Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, herşeyi kendi hesabına aldığı için, faraza hakikî beklenilen ve bir asır sonra gelecek o zat dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.”Hem yine Kastamonu Lahikası’nda geçen mektuptaki şu ifadelere bakınız: 

“Azîz, Sadık, Muhterem Kardeşimiz Hoca Haşmet!Senin, müceddid hakkındaki mektubunu hayretle okuduk ve Üstadımıza da söyledik. Üstadımız diyor ki: Evet bu zaman hem îman ve din için, hem hayat-ı içtimai ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için, gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i îmaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür.Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor. Rivâyât-ı hadîsiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, îmanî hakaikteki tecdid itibariyledir. Fakat efkâr-ı âmmede, hayatperest insanların nazarında zâhiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve siyaset-i dîniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile o nokta-i nazardan bakıyorlar, mâna veriyorlar.Hem bu üç vezâifi birden bir şahısta, yahut cemaatte, bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerhetmemesi pek uzak, âdeten kabil görülmüyor. Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevî'nin (A.S.M.) cemaat-ı nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdi'nin ve cemaatindeki şahs-ı mânevîde ancak içtima 'edebilir. Bu asırda, Cenâb-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur'un hakikatına ve şâkirdlerinin şahs-ı mânevîsine, hakaik-i îmaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış. Yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede tesirli ve fâtihane neşriyle gayet dehşetli ve kuvvetli zındıka ve dalâlet hücumuna karşı tam mukabele edip, yüzbinler ehl-i îmanın îmanlarını kurtardığını kırkbinler adam şehadet eder.Amma benim gibi âciz ve zaîf bir bîçarenin, böyle binler derece haddimden fazla bir yükü yüklemek tarzında, şahsımı medar-ı nazar etmemeli diyor ve size selâm ediyor. Biz de zâtınıza ve oradaki Risale-i Nur'la alâkadar olanlara selâm ediyoruz.”Bakın kıymetli kardeşlerim, bu mektuptan net anlaşılıyor ki: Her ne kadar Risale-i Nur iman hususunda bir tecdid-i din yapıyorsa da; hem şeriat hem de hilafet-i Nebeviye için birer müceddide ihtiyaç var ve onlar gelip bu vazife-i uzmayı yerine getirmeye çalışacaklar. Bunları inkar etmek meczubane bir iddiadan ibarettir.Hem Üstad-ı Zişan Emirdağ Lahikası’nın 1. kısmında;“Aziz, sıddık, kardeşlerim,[Maddi ve manevi bir sual münasebetiyle hatıra gelen bir cevaptır.]Deniliyor ki: "Neden Nur şakirtlerinin kuvvetli hüsn-ü zanları ve kat i kanaatleri, senin şahsın hakkında Nurlara daha ziyade şevklerine medar olan bir makamı ve kemalatı şahsına kabul etmiyorsun? Yalnız Risale-i Nur’a verip, kendini çok kusurlu bir hadim gösteriyorsun?"Elcevap: Hadsiz hamd ve şükür olsun ki, Risale-i Nur’un öyle kuvvetli ve sarsılmaz istinad noktaları ve öyle parlak ve keskin hüccetleri var ki, benim şahsımda zannedilen meziyete, istidada ihtiyacı yoktur. Başka eserler gibi müellifin kabiliyetine bakıp, makbuliyeti ve kuvveti ondan almıyor. İşte meydanda, yirmi senedir kat’i hüccetlerine dayanıp, şahsımın maddi ve manevi düşmanlarını teslime mecbur ediyor.Eğer şahsiyetim ona ehemmiyetli bir nokta-i istinad olsaydı, dinsiz düşmanlarım ve insafsız muarızlarım kusurlu şahsımı çürütmekle, Nurlara büyük darbe vurabilirdiler. Halbuki o düşmanlar, divaneliklerinden, yine her nevi desiselerle beni çürütmeye ve hakkımda teveccüh-ü ammeyi kırmaya çalıştıkları halde, Nurların fütuhatına ve kıymetine zarar veremiyorlar. Yalnız bazı zayıf ve yeni müştakları bulandırsa da vazgeçiremiyorlar.Bu hakikat için, hem bu zamanda enaniyet ziyade hükmettiği için, haddimden çok ziyade olan hüsn-ü zanları kendime almıyorum. Ve ben, kardeşlerim gibi, kendi nefsime hüsn-ü zan etmiyorum. Hem kardeşlerimin bu biçare kardeşlerine verdiği makam-ı uhrevi, hakiki, dini makam ise, Mektubat’ta İkinci Mektubun ahirindeki kaideye göre, şahsıma verdikleri manevi hediye olan kemalatı, eğer -haşa!- ben kendimi öyle bilsem, olmamasına delildir. Kendimi öyle bilmesem, onların o hediyesini kabul etmemek lazım geliyor." Hem kendini makam sahibi bilmek cihetinde enaniyet müdahale edebilir.Birşey daha kaldı ki, dünya cihetinde hakaik-i imaniyenin neşrindeki vazifedar, makam sahibi olsa, daha iyi tesir eder denilebilir. Bunda da iki mani var.Birisi: Faraza velayet olsa da, bilerek, isteyerek makam yapmak tarzında, velayetin mahiyetindeki ihlas ve mahviyete münafidir. Nübüvvetin vereseleri olan Sahabeler gibi izhar ve dava edemezler; onlara kıyas edilmez.İkinci mani: Pek çok cihetlerle çürütülebilir ve fani ve cüz’i ve muvakkat ve kusurlu bir şahıs sahip olsa, Nurlara ve hakaik-i imaniyenin fütuhatına zarar gelir. Fakat bir nokta var ki, mucib-i şükrandır: Ehl-i siyasetteki düşmanlarım, mezkur hakikatleri bilmedikleri için, şerefli, izzetli Eski Said’i düşünüp mütemadiyen Nurlar bedeline benim şahsıma ihanet ve tenkis etmekle meşgul oluyorlar. Bazı mutaassıp enaniyetli hocaları da şahsımın aleyhine çeviriyorlar, güya Nurları söndürmeye çalışıyorlar. Halbuki Nurları daha ziyade parlattırmaya vesile oluyorlar. Nurlar, adi şahsımdan değil, Kur’ân güneşinin menbaından nurları alıyor.”Kıymetli kardeşlerim, Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri Kastamonu Lahikası’nda mehdiyyetine ısrar edenlerin Risale-i Nur’a verdikleri zarara dikkati çekiyor ve diyor ki:“Risale-i Nur'un hakikatıyla ve şakirtlerinin şahs-ı mânevîsiyle tezahür eden fevkalâde imanî hizmetlerin ehemmiyetli bir kısmını biçare tercümanına vermek ve ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve avâmın nazarında birinci derece ve hakikat nazarında, imana nispeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i İslâmiye ve hayat-ı içtimaiye-i ümmete dair hizmeti, kâinatta en büyük mesele ve vazife ve hizmet olan hakaik-i imaniyenin çalışmasına râcih gördüklerinden, o tercümana karşı arkadaşlarının pek ziyade hüsn-ü zanları ehl-i siyasete, inkılâpçı bir siyaset-i İslâmiye fikrini vermek cihetinde, Risale-i Nur'a karşı hayat-ı içtimaiye noktasında cephe almak ve fütuhatına mâni olmak pek kuvvetli ihtimali vardı. Bunda hem hatâ, hem zarar büyüktür.Kader-i İlâhî, bu yanlışı tashih etmek ve o ihtimali izale etmek ve öyle ümit besleyenlerin ümitlerini tâdil etmek için, en ziyade öyle cihetlerde yardım ve iltihaka koşacak olan ulemadan ve sâdâttan ve meşayihten ve ahbaptan ve hemşehriden birisini muarız çıkardı, o ifratı tâdil edip adalet etti. "Size, kâinatın en büyük meselesi olan iman hizmeti yeter" diye, bizi merhametkârâne o hadiseye mahkûm eyledi. Sonra, lillâhilhamd, o muarızı susturdu, o ateşi söndürdü. Fakat münafıklar söndürmemek için çalışıyorlar.” Bakın kıymetli kardeşlerim, mezkur hakikatlerden net anlaşılıyor ki: Bu Üstad-ı Alicenâb olan Said-i Nursi Hazretleri, Risale-i Nur’a ve onun şahs-ı manevisine müceddidliği ve bir nev’i mehdiliği isnad etmiş ancak gerek mehdilik ve müceddidliği gerekse nesebi seyyidliği kendi şahsı için kabul etmemiş aksine daima reddetmiştir. Hatta bu mesele için bazı kardeşlerinin hatırlarını bile kırdığını ifade etmiştir. Eğer bu sırr-ı azimi tam anlamak ve mehdilik makamı Risale-i Nur’un şahs-ı manevisine ne kadar zararlı olduğunu görmek istiyorsan gelecek hakikate kulak ver. Bak bu Üstad-ı Muazzam diyor ki:“Nurların fütuhatını kalben temaşa ederken, bazı has kardeşlerimin Nur’un tercümanına verdikleri makam noktasında baktım. O makama nisbeten fütuhat az olmasından, o makamın şerefi için bir hırs ile vazife-i İlahiyeye karışmak gibi şekva geldi. Binler derece şükür ve sırf rıza-yı İlahî noktasında bazı bîçarelerin Nur’la imanlarını kurtarmak cihetiyle binler hamd, sena ve şükür lâzımken, bir teşekki ve sıkıntı geldi. Sonra mahviyet ve terk-i enaniyet ve ihlas-ı tam ile aynı vaziyete baktım, gördüm ki: O fütuhatta binler hamd ü sena ve teşekkür ve manevî sürur ve sevinç ruhuma geldi. Ben o halde iken anladım ki, makamat-ı maneviye dahi mesleğimizde mevzubahis olmamalı. Eğer bazı has kardeşlerimin hakkımdan yüz derece ziyade bana verdikleri hisse ve makam hakikat olsa ve hakkım da olsa, mezkûr hakikat için bırakmağa, meslek-i Nuriyedeki ihlas-ı tamme bırakmağa mecbur eder.” (Maidet-ül Kur’an, Tılsım Mecmuası’nın Zeyli)Kıymetli Kardeşlerim! Hakikat-ı hâl böyle iken bazı zatlar kâsır fikirleriyle ve nâkıs nazarlarıyla bu mesele-i ulyânın ve bu hakikat-ı uzmânın yüksek makamına çıkamadıkları ve bu hakikatı dar akıllarına sığıştıramadıkları için kendilerini kandırdıkları gibi başkalarını da kandırmaya çalışmışlar; hatta kendileri gibi düşünmeyenleri de cehalet ve asabiyet-i milliye ile ittiham etmeye başlamışlardır.Güya onlar Risale-i Nur’un has talebeleridirler; Molla Feyzi gibi şahıslar ise cahil, nâdân ve onlar gibi fikrî asabiyet-i milliye ile âlûde olmuş ve hissî duyguların bataklığında boğulmuştur! Halbuki Risale-i Nur’un has talebeleri ve üstad ile beraber olan sadık şakirtleri bile Hz. Üstad’a mehdilik makamını musırrâne vermeye çalıştıkları halde; bu kanaatin Risale-i Nur’da mevcut olduğunu veya üstadımızın da kendini mehdi-i azam bildiğini iddia etmemişlerdir. Belki o mübarek zatlar ve o has nurcular sadece kendi kanaatlerini mürşidine takdim etmişler. Hiçbir zaman Hz. Üstad’ı veyahut Risale-i Nur’u kendi hissiyatına alet, tercüman ve şahit etmemişler. Bu hakikate işaret eden bir cümleyi zikretmeden geçemeyeceğim. Şöyle ki:Bak bu Üstad-ı Alicenap nur talebelerinin fikirlerini tadil etmek için der ki:

“Bu biçare, ehemmiyetsiz kardeşleri Said’e bin derece ziyade hisse vermişler. On seneden beri kanaatlerini tadil etmeye çalıştığım halde o bahadır kardeşler kanaatlerinde ileri gidiyorlar.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi)
İşte bu mektuptan da net anlaşıldı ki: O zaman, o mübarek nur talebeleri bu konuda üstadın mehdiyyetinde ısrar ettikleri halde bu Üstad-ı Alicenâb karşı çıkarak başka bir merkezde durmuştur. Ama bugünkü bazı zatlar Hz. Üstadı Mehdi-i Azam olarak telakki ettikleri gibi Risale-i Nur’u ve o mübarek Said-i Nursi’yi de kendi hissiyatı adına konuşturmaktadırlar. Sanki Hz. Üstad da onlara o şekilde talimat vermiş gibi bir hava vermektedirler. Bu hatalı mânâ bir cehl-i mürekkebin neticesidir ve nazar-ı sathinin bir semeresidir.“O zahirperestler emin olsunlar ki sa’yleri beyhudedir. Şimdiye kadar böyle avamperestane safsatalarıyla bizi cahil bıraktılar. Bundan sonra bizi cahil bırakmakla cehlimizden istifade etmek istiyorlar. Olmaz ve olamaz... Herbir zamanın bir hükmü var, biz delil isteriz, tasvir-i müddea ile aldanmayız. Muhakkikin şe'ni; gavvas olmak, zamanın tesiratından tecerrüd etmek, mazinin a'makına girmek, mantığın terazisiyle tartmak, herşeyin menbaını bulmaktır.” (Muhakemat’ın muhtelif yerlerinden)Kıymetli Kardeşlerim, hülâsa-i kelam: Mezkur hakikatlerden net anlaşıldı ki Üstad-ı Alicenâp Risale-i Nur’a ve Risale-i Nur’un şahs-ı manevisine müceddidlik ve bir nev’i mehdilik makamını kabul ettiği halde kendi şahsına mehdilik, müceddidlik ve nesebi seyyidlik gibi makam ve ünvanları asla kabul etmemiş aksine red ve inkar etmiştir. 

Sual ve Cevap Faslı:


Eğer denilse: Hz. Üstad kendi şahsı hakkında sadece mehdilik, müceddidlik ve nesebi seyyidlik gibi âli ünvanları reddetmekle kalmamış, belki kendine Bediüzzaman değil Bid’atüzzaman lakabını münasip görmüş, hatta salahatini de redderek kendi nefsini “ إنَّ الله ليؤيِّدُ هذا الدِّينَ بالرَّجُلِ الفاجرِ” hadisinin sırrına mazhar telakki etmiştir. Buna binaen Hz. Üstad’ı, kendini ifade ettiği gibi kabul etmek ve o ifadeye bağlı kalmak hilaf-ı edep sayılmaz mı?Elcevap: Evet… evet… Bu İmam-ı Muazzam ve Üstad-ı Muhterem çendan nefsini öyle telakki etmiş ise de biz o ifadeye bağlı kalmak mecburiyetinde değiliz. Belki edebimiz gereğince Kur’an’ın semasından ve âyâtın nücum ve yıldızlarından nazil olan ve arş-ı azama bağlı olan Risale-i Nur’a ve Risale-i Nur’un şahs-ı manevisine verilen müceddidlik ve bir nev’i mehdilik makamı gibi âli makamât ve harika kemalâtı Hz. Üstad’a da isnad etmek ve onu bu makamlara layık görmek gerekir diye düşünüyorum. Buna binaen “Molla Feyzi Hz. Üstad’ın Mehdiliğini, müceddidliğini hem de seyyidliğini red ve inkar etmiştir diyenlerin kulakları çınlasın ve bu yazıları güzelce okuyarak anlamaya çalışsınlar.”Ama bu makamâtı eksik görenlere derim ki:Ey makamât-ı uhreviyede kanaatkâr olmayan harîs arkadaşım: “İhsan-ı ilahiden fazla ihsan ihsan değildir. Bir dane-i hakikat bir harman hayalâta müreccahtır. İhsan-ı ilahi ile tavsifte kanaat etmek farzdır. Evet hak müstağnidir, hakikat ise zengindir. Tenvir-i kulûba ziyaları kafidir.” (Muhakemat)
Eğer deseniz: Bazı rivayetlere göre Hz. Üstad kendi makamını Salih Özcan ve Mehmet Çalışkan gibi bazı zatlara takdim ederken hem Haseni hem Hüseyni olduğunu ifade etmiştir. Acaba bu gibi cümlelerden Hz. Üstad’ın maddeten de seyyid olduğu sonucuna gidilemez mi?
Elcevap: Sâbıkan zikredildiği gibi Risale-i Nur’un müteaddid yerlerinde maddi seyyidlik kat’i bir dille kabul edilmediği, belki red ve inkar da edildiği için o gibi cümleler maddi seyyidlik değil belki manevi seyyidliğe hamledilmeli ve “şafiiyim-hanefiyim, kadiriyim- nakşibendiyim, aleviyim-selefiyim, nurcuyum-kelamcıyım” gibi mânâlar mülahaza edilmelidir.
Evet Hz. Üstad, Hz. Ali’nin veled-i mânevisi olduğu ve âlem-i mânâda ondan ders aldığı için elbette hem Hasenî hem Hüseynîdir. Abdulkadir Badıllı ağabeyimiz de “Mufassal Tarihçe-i Hayat” adlı eserinde bu hakikatı ifade ederken “şafiiyim, nakşibendiyim” gibi cümleleri delil göstermiştir. Müracaat edilebilir. 
Eğer denilse: Bazı rivayete göre Hz. Üstad birgün Hulusi ağabeyimize mültefitâne bakarken ve aralarında şirin bir sohbet cereyan ederken, o üstad-ı âlicenâp ona demiş ki; ben de, sen de sadâtlardanız. Acaba bu rivayete göre Üstâd-ı Alicenâp neseben seyyid sayılmaz mı? Elcevap: Delil olmaz ve Üstad-ı Mübarek onunla maddi seyyid sayılmaz. Çünkü sadât kelimesi her ne kadar neseben ehl-i beyt-i Nebevi’den olan zevât-ı kirama kullanılmış ise de, ekseriyetle ulular ve büyükler hakkında kullanılıyor.

“Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat” ın müellifi Ferid Develioğlu da kendi kitabında bu manaya işaret eder. Buna delil mi istersin:
1-“Nur’ul-Ebsar Fi Menâkıbi Âl-i Beyti’n-Nebiyyi’l-Muhtar” adlı kitabın sahibi, Ebu Hureyre’den bir hadisi “sadât’ül enbiya-i hamsetun” yani “Enbiyanın sâdatları beştir” ünvanı altında rivayet eder ve o peygamberlerin isimlerini şu şekilde zikreder: “Nuh, İbrahim Halil, Musa, İsa ve Muhammed salavatullâhi ve selâmuhu aleyhim ecmâin.”

İşte burada sadât kelimesi bazı enbiyalar için kullanılmıştır ve söz konusu enbiyalar Al-i Muhammed’den değildir!
2-İbn’u Mace, Enes bin Malik’ten rivayet eder ki: Resul-i Ekrem (ASM) demiş ki:

“Biz Abdulmüttalip oğulları ehl-i cennetin sadâtlarındanız. Ben, Hamza, Ali, Cafer, Hasan, Hüseyin ve Mehdi.” İşte burada bazı muhaddisler bu kelimeyi “sadet” olarak, bazıları da “sadât” olarak zikretmişlerdir. Bu hadiste sadât olarak zikredilen zatlardan Hz. Hamza, Hz. Cafer ve Hz. Ali neseben Ehl-i Beyt-i Nebevi’den değildir. Buna binaen sadât kelimesi ehl-i beyt-i Nebevi’yeye kat’iyüd-delalet değil, başka ihtimaller var. İhtimal olunca bir kaide-i mukarrere devreye girer. Kaide şudur ki, “لا عبرة للاحتمال الغير الناشئ عن دليل” Yani, “Delile dayanmayan ihtimal, muteber değildir.”
3-Kur’an-ı Azimüşşan, Ahzab Suresi’nde,“وَقالُوا رَبَّنا إِنَّا أَطَعْنا سادَتَنا وَكُبَراءَنا فَأَضَلُّونَا السَّبِيلا”Yani, “Dediler (Kafirler): Ey Rabbimiz biz sadât ve büyüklerimize itaat ettik, onlar bizi yoldan saptırdılar” ayetiyle bu hakikatı ispat etmektedir. Yani ayetteki “sadet” kelimesi, eşraf ve büyükler manasında kullanılmakla beraber İbn-ü Amr bu kelimeyi “sadâtinâ” diye okumuştur ve kurrâlardan Yakup ve Mufaddel de ona muvafakât etmişlerdir. Demek bu ayete göre “sadât” ve “sadet” kelimesi kafirlerin büyüklerini ifade etmek için bile kullanılmıştır. Bu hakikat “Zad’u-l Mesir fi İlm-i’t-Tefsir” adlı eserden alınmıştır. Müracaat edilebilir.Kıymetli kardeşlerim Üstad-ı Alicenâp Risale-i Nur’un müteaddit yerlerinde maddi seyyidliğini kabul etmeyip reddettiği için rivayet edilen müteşabih haberler manevi seyyidliğe hamledilmelidir ki, ta ki rivayet edilen haberler Risale-i Nur’un açık beyanlarına zıt ve muhalif olmasınlar.

Yoksa “إِنَّ الظَّنَّ لا يُغْنِي مِنَ الْحَقِّ شَيْئاً” ayetinin sırrınca: “Zan ve ihtimaller, hak ve hakikatın karşısında muvazeneye gelemezler ve hüccet olmazlar.”
Bu hakikate latif bir misal:

Risale-i Nur’un mühim talebelerinden mübarek bir zat bir gün sohbetinde “Arap Edebiyatı’nı okumayan bazı kimseler Arapça ibareleri okudukları zaman yanlış okuyorlar, fakat doğru mana veriyorlar. Bunun tam aksine bugünkü nur talebelerinden bazı zatlar ise Risale-i Nur’u doğru okudukları halde yanlış mana veriyorlar” demişti. Ben de buna binaen derim ki: Elhak bu güzel bir tespittir, sanki ilhamla gelmiş bir tahkiktir.
Ben Üstad-ı Alicenâp’tan “Muhakemat” adlı kitabında dile getirdiği muazzam bir hakikatı da nakletmekle sözüme hâtime veriyorum. Şöyle ki:“İhsan-ı İlahîden fazla ihsan, ihsan değildir. Bir dane-i hakikat bir harman hayalâta müreccahtır. İhsan-ı İlahî ile tavsifte kanaat etmek farzdır. Cem'iyete dâhil olan, cem'iyetin nizamını ihlâl etmemek gerektir. Bir şeyin şerefi neslinde değildir, zâtındadır. Bir şeyin aslını gösteren semeresidir. Birinin malına başka mal velev kıymetli de olsa karışırsa, malını kıymetsiz ettiği gibi, haczetmesine dahi sebeb olur.”
Yani; niyetim nasihat idi söyledim; Allah’a havale ettim ve gittim.
Bu yazıda emeği geçen İlahiyat Fakültesi Öğrencisi Yusuf Kardeşimizi tebrik eder, saadet-i dâreyne mazhar olmasını Cenab-ı Allah’tan temenni ve niyaz ederim. Şark’ın Medrese Hocalarından:Molla Feyzi GüzelsoyDiyarbakır
KONUYLA İLGİLİ LİNKLER:1- Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün 20 Aralık 2012 tarihli basın toplantısında açıkladığı şecere:http://www.ahmetakgunduz.com/images/stories/Bediuzzaman_Soy_Agaci.pdf2- Akgündüz’ün iddialarına Molla Feyzi Güzelsoy’un ilmi reddiyesi: https://www.timeturk.com/tr/2013/01/23/ahmet-akgunduz-un-acikladigi-seccere-ustad-a-ait-degil.html3- Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün, Molla Feyzi Güzelsoy’u “PKK’ya destek veriyor” iftirasıyla hedef gösterdiği 2. Açıklaması: http://www.ahmetakgunduz.com/images/stories/Bediuzzamanin_seceresine_yapilan_itirazlara_cevaplar.pdf
***

https://www.risalehaber.com/said-nursinin-soy-agaci-fazla-desilmemeli-166000h.htm


13:1128 Aralık 2012

SAİD NURSİ'NİN SOY AĞACI FAZLA DEŞİLMEMELİ

Risale Haber’e yazılı bir açıklama gönderen Badıllı ağabey, “Bediüzzaman'ın Kürtlüğü ve seyyidliği”ni değerlendirdi


RİSALEHABER- AHMET BİLGİ

Bediüzzaman Hazretlerinin talebelerinden Abdülkadir Badıllı ağabey, soy ağacı ile başlayan müzakerelere açıklama ile katkıda bulundu. Risale Haber’e yazılı bir açıklama gönderen Badıllı ağabey, “Bediüzzaman'ın Kürtlüğü ve seyyidliği”ni değerlendirdi.

Badıllı ağabey, soy ağacı tartışmaları için, “Bu iş olduğu yerde bırakılmalıdır, fazla deşilmemelidir. Tahrike sebep olacak söz ve davranışlardan kaçınılmalıdır” ifadelerini kullandı.

Badıllı ağabeyin açıklaması aynen şöyle:

BİSMİHİ SÜBHANEHU
TERAZİ KEFELERİ
Bediüzzaman'ın Kürtlüğü ve seyyidliği
A-Kürdlüğü: Mal'um olduğu üzere Hz. Bediüzzaman eski matbu Münazarat eserinin baş tarafında: "Ben Kürtçe düşünürüm, Türkçe ve Arapça yazıyorum" diyor.

Hacı Hulusi Yahyagil ağabeye: "Hakaik lisan-ı maderzadem olan Kürtçe olarak kalbime gelir, sonra ben Arapça ve Türkçe yazarım" demiştir. Yani lisanının Kürtçe olduğunu tefekkürlerini bu lisan ile yaptığını söylüyor. Ayrıca, 1921'in ortalarına kadar yazdığı tüm kitap, makale ve nutuklarının altına "Kürdî" lakabını koyduğu gibi; o eski eserlerinin tamamında kendisinin Kürd asıllı olup, Kürd halkına mensup olduğunu hep söylemiştir. Ve Nutuk-7’de: "Cesaret ve sadakat ve diyanetin ünvanı olan tabii Kürdlükle iftihar ediyorum..." Ve: "Ey Kürdler! tımarhaneyi kabul ettim, Kürdlüğü lekedar etmemek için irade-i padişahı ve maaş ve ihsanı-ı şahaneyi kabul etmedim" demektedir.

Evet, Hz. Üstadın eski eserlerinin tamamında daima "Kürd" şahsiyetli olarak görünmektedir. Yeni eserleri Risale-i Nurlarda ise, hiçbir yerinde ne sarahaten, ne işareten, ne de imâen Kürdlüğünü inkar eden hiçbir cümle, hiç bir kelime yoktur. Tam aksine Kürdlüğünü teyid edici çok şeyler vardır. Ve bu eserlerinin hiç bir yerinde nesebi Seyyidliğini gösteren veya ima eden tek bir cümle yoktur. Hatta zahir hale göre bu mananın aksi olan şeyler vardır.

Ayrıca, Osmanlı devletinin Hz. Bediüzzaman’la alakalı bütün resmî belgeleri ve yazışmalarında onun "Kürdî"liği hürmetle, i'zazla yad edilmiştir. Türkiye Cumhuriyetinin resmi yazışmalarında ve Savcıların iddianamelerinde, mahkemelerinin kararnamelerinde ise, tahkir için, ısrarla "Kürdî" lakabını kullanmışlardır.

İşte bu husus, terazinin bir kefesinde kalsın da, öbür kefeye gelelim.

B-Seyyidliği: Muazzez Üstadımızın neseben seyyidliğinde Nur talebelerinin hemen-hemen hepsi delilsiz amma kalbi ve hissi ittifak içindedirler. Şimdiye kadar maddî ve şecerevî, yani onun seyyidliğini ispat eden bir belge elde mevcut olmadığı halde, Nur talebeleri o kanaatlerini sürdürmüşlerdir. Hz. Üstadın kendi ifade ve beyanlarında: “Hazret-i Ali'nin ( R.A.) bir veled-i manevîsi olarak ondan hakikat dersini aldığını" söyler. Yani, maddî ve şecerevî değil, manevî ve sünnetî bir âli ve seyyidliğini öne sürmüştür.

Ama bu sene, Muhterem Prof. Dr. Ahmet Akgündüz kardeşimiz, uzun uğraşılar sonunda Hz. Üstadın seyyidliğini belgeleyen şecer-i nesillerini elde ettiğini televizyon ve basın yoluyla ilan eyledi. Elbette buna herkesin, hususan umum Nur talebelerinin memnun ve mesrur olmaları lazımdır ve öylede olmuştur.

ÇERÇEVEDEKİ ÇOK ZAİF DELİLLERİ
Ben henüz Ahmet Akgündüz hocanın ilan ettiği şecere-i nesilin belgesini görmemişim. Bana onları göndereceğini söyledi. Ancak ben bazı sitelerde ve gazetelerde yayınlanan ve ona göre kaziyeyi muhkemleştiren iki delili gözüme ilişti. Delil diye sunulan bu iki mesele, bana göre -Akgündüz hocamız bana kızmazsa- çok zaif ve hatta temelsizdirler derim.

Bunlardan Birincisi: "Mirza" isminin "Murtaza"dan geldiğini, Murtaza ise, Hz. Alinin (R.A) bir lakabı olduğunu, yani Ahmet Akgündüz hocamızın yorumuna göre, Hz. Üstadın babası Mirzanın asıl ismi Murtazadır. Ama sonra bu isim değişikliğe uğramıştır diye iddia etmiştir. oysa ki Mirza ismi "Emirzade"den muhtasaren gelmektedir. Kamus-u Türkî Ş.Samî sh. 1441, 3. sütuna bakılabilir. Hem bu isim İran’da, Pakistan’da ve Hindistan’da, Azerbaycan’da ve Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunda yüzlerce, belki binlercesi vardır. Hatta İmam- ı Rabbani’nin Mektubat’ının birkaç yerinde Mirza isimleri geçmektedir. Öyle ise, Akgündüz hocamız bunda yanılmıştır.

İkincisi: Siverek'in güneydoğusunda halen yaşamakta olan ve yaklaşık yüz kadar köyü olan ve yedi-sekiz kola ayrılan Karageçi aşireti, (Evet Karakeçili değil, Karageçi aşireti) hal ve vaziyetleri itibariyle Türklükten ve Türk dilinden o kadar uzaktırlar ki, yani Türkçeyi telaffuzda o kadar kabadırlar ki, Urfa’nın ve kazalarının etrafında yaşayan mevcut bütün Kürd aşiretlerinden çok daha farklıdırlar. Şu Karageçi aşiretinin "Mirek"leri, yani beyleri veya reisleri Bingöl’ün Zazalarındandır.

Ama Karacadağ eteklerinde eskiden yaşamış aslen Türk "Karakeçili" aşireti ise, hemen hemen hepsi Kırşehir tarafına göç etmişlerdir. Halen Karacadağ’da yaşayan ve "Türkan" (Türkler) ismiyle anılan ve Türk olarak bulunan sadece iki-üç köy vardır. Başkada yoktur.

Yine dönelim mevzu’u bahis Karageçi aşiretine. Bu aşiretin beyleriyle Badıllı aşiretinin beyleri, dayılık ve yeğenlik noktasından birbirine akrabadır. Yani birbirini çok yakından tanırlar.

Şu Karageçi aşiretine bu ismin verilmesine sebep, bu aşiretçe ve nesilden nesile gelip devam eden çok meşhur olan tarihi bir hadisedir. Şöyleki: Osmanlı padişahlarından Sultan Murat, Bağdad’ı ilhak etmek üzere sefere çıkmış, ordusuyla Karageçileri çok olan bu aşiretin bulunduğu araziye konaklamışlardır. Aşiret ise, Sultan Murad’ın ordusunu yemeye davet etmişler ve bunun için yüzlerce keçi kesmişlerdir. Bu arada Sultan Murad’ın bir oğlu hastalanmış, yürüyecek takati kalmamış. Sultan bu oğlunu aşirete teslim etmiş gitmiştir. Sonra bu şehzade bu aşiret içinde kalmış ve evlenmiştir. Çocukları olmuş ve çoğalmışlardır. Bugün halen mezkur aşiretin bu koluna “Torüni”ler denmektedir. Dil-Tarih Kurumunun söylediği safsatadan başka bir şey değildir.

Hal böyle iken, Ahmet Akgündüz hocamız şöyle bir çeşit meydan okurcasına ve Hz. Üstadın Kürtlüğünü kesin bir dille nefyeden bir üslupla demiştir ki: “Bugün Siverek’te yaşayan ve öz be öz Kayı (yani Türk) boyundan olan Karakeçililer ne kadar Kürt ise, Bediüzzaman da o kadar Kürttür.”

Evet, Akgündüz Hocamızın şu tahrikdar çıkışını ben şahsen beğenmedim. Çünki, hem aşiretçilik ilmince mesnetsizdir. Hem ondan daha kötü tarafı ise, iddiasını sakatlandırma yanı vardır. Ve aynı zamanda tahrik ediciliğidir.

Türk olan Karakeçili aşireti Türkiye’nin birkaç yerinde bulunmakta ve Türk olarak yaşamaktadırlar. Mesela Kırşehir’de, Elaziz’de, Isparta’da… Ama Siverek’in Güneydoğusunda yaşayan ve az yukarıda tahlili yapılmış olan “Karageçi” aşireti, Kayı boyu ile, Türklükle hiç bir alakaları yoktur ve olması da mümkün değildir. Yani koskoca ve kocaman bir Türk aşireti iken, birden pat diye Türklüğünü, Türk dilini ve Türkçeyi tamamen unutsun, uzaklaşsın ve büsbütün Kürtleşsin?!

Acaba Akgündüz Hocamızın ata ve ecdad meskeni olan Çüngüş’te nüfus sayıları oranın halkına nispeten azınlığın azınlığı iken, kendi dillerini unuttular mı? Kendi dillerini unutmak şöyle dursun Kürtçenin bir lehçesi olan Zazacadan kaç kelime öğrenebildiler?

Kardeşim Ahmet Akgündüz benim gibi, Hz. Üstadın kemalatına aşıktır ve hayranıdır. Bundan ötürü bazen heyecana ve duygusallığa kapılır, sehivler yapar.
NETİCE: Hz. Bediüzzaman’ın sülalesi dümdüz, girintisiz-çıkıntısız, delilli ve ispatlı Resulullah’a (asm) ulaşmış olsa da, terazinin iki kefesine göre o zaman Üstadımızın lakabı, tarifi şöyle olmalıdır: “Esseyyid Bediüzzaman Said-el Kürdî en Nursî.” Açık ifadesiyle: Seyyid Kürd Bediüzzaman Said-i Nursî lafzı olmalıdır. Yoksa Üstadın -belki bin seneye yakın- ecdadları Kürd kavminden olan hanımlarla evlenme hadiseleri elbetteki defalarca olmuştur. Yani, nesepleri mutlaka Kürdlerle karışma olayları olmuştur. Şayet bu kaziye inkar edilirse, o zaman şu şecere-i nesil silsilesi, Resulullah’tan (asm) alınıp Hz. İbrahim’e (as) kadar götürülür ki, hal ve mesele başka şekle dönüşebilir.

Yani demek istiyoruz ki, Hz. Üstadın sülalesi Seyyid olsun, şerif olsun, onu Kürtlükten, Kürtlükle memzuc olmaktan koparmak kolay olmayacak ve hiç kimseye müyesser olamaz. Bence bu iş olduğu yerde bırakılmalıdır, fazla deşilmemelidir. Tahrike sebep olacak söz ve davranışlardan kaçınılmalıdır. Yoksa büyük bir fitne kapısı açılabilir.

Evet, Akgündüz Hocamızın ulaştığı ve elde ettiği şecere-i nesil silsilesini eğer bir Osmanlı padişahı, ya da Selçuklu Sultanı ya da bir Abbasi Halifesinin tasdikli mühürleriyle mühürlü ise ve vergiden, askerlikten muafiyetleri sağlanmışsa, o zaman çok kuvvetli bir şecere olur. Değilse sadece bazı nesepçilerin rivayetlerine müstenid ise, onda “fihinazar” kaziyesi hükmeyler. Şüpheli bakılabilir.
Ben henüz o belgeleri görmüş değilim. Gördükten sonra değerlendirmelerimi yaparım inşallah. Hoşçakalın.

NOT: Hüsnü Bayramoğlu ağabeye, [Akgündüz'ün o meşhur basın toplantısında. M.A] “Siz ‘‘Üstadımızın seyyidliği ileride ilan edilecek, ben görmeyeceğim ama siz göreceksiniz’ şeklinde bir şey söylediniz mi? diye sordum. Hüsnü Ağabey, ‘‘Hayır, ben Ahmet Feyzi Kul Ağabeyin dedikleri meydana çıkacak, ilan edilecek. Ben görmeyeceğim ama siz göreceksiniz’’ sözünü Hz. Üstaddan duydum’ şeklinde söylemiştim’’ dedi.



BEDİÜZZAMAN, SEYYİD DEĞİLDİR. MOLLA GÜZELSOY'UN AKGÜNDÜZ'E REDDİYESİ


BEDİÜZZAMAN, SEYYİD DEĞİLDİR
MOLLA FEYZİ GÜZELSOY'UN AKGÜNDÜZ'E REDDİYESİ

Aşağıda Molla Feyzi Güzelsoy Hocaefendi'nin Ahmed Akgündüz'e dönük hazırladığı müskit ve mukni reddiyesini  yayınlamadan önce bir girizgah yapmam gerekiyor. Prof. Dr. Ahmet Akgündüz'ün Aralık 2012'de ehil insanların ikazlarına rağmen hırs gösterip, Üstad'ı haşa "Kürt"lükten kurtarmak  maksadına matuf olduğu ortada olan çalışmasını, "abilerin de katıldığı" bir şova dönüştürerek basın toplantısıyla duyurdu. Ve maalesef Risale-i Nur hizmet gruplarının içine büyük bir fitne atmış oldu.

Kürtler, Müslüman Kürtler ve Müslüman Nur Talebesi Kürtlerdeki infiali internette ve twitter/facebook sosyal ortamlarında takip etmek mümkündür.

Bu tartışmaları maalesef Nur talebeleri kendi aralarında çeşitli ithamlar ve hakaretlere varan ifadelerle yapmışlardır.

Akgündüz'ün ortaya attığı şecere hadisesinin en yakın tanığı olan MOLLA FEYZİ GÜZELSOY'dur.

Diyarbakırlı olan bu zat, kendi etrafında cereyan eden ve 'hazırlanış' sürecini yakından takip ettiği bu hadisenin kendine göre SKANDAL oluşturan cephelerini 11 madde ile İLMEN reddetmiştir. O makale ektedir.

ÖNEMLİ: 11. MADDE o dönem bir haber sitesinin ricası üzerine Molla Feyzi Güzelsoy tarafından metinden çıkarılmıştır Blogumuzda sansürsüz halini okuyacaksınız.

Akgündüz'e belgeleri getiren şahıs "doktora talebem" dediği ve Talebani'nin danışmanı olduğunu açıkladığı Dr. Mahmud Said'dir. Molla Güzelsoy'un bu Mahmud ile ilgili kanaatini de aşağıda okuyacaksınız.

Ahmet Akgündüz'ün uyduruk şecereyi ilan ettiği basın toplantısı:

1 saat 20 dakikalık video kaydı linki ekte. https://www.youtube.com/watch?v=YTjuVX0IZ0Y

Basın toplantısında Akgündüz, 'Bediüzzaman'ın Kürtlükten çıkmasıyla devletin ona bakışının değişeceğini' söylüyor. Bunu ona 'devletin istihbarat raporlarının hepsini gören' bir bürokrat söylemiş. 

Bu nasıl bir devletse Bediüzzaman'ın söylemine değil de 'ırkına' göre tavır belirliyormuş. Abimiz de bu tavrı kutsuyor olmalı ki, ona meşruiyet zemini hazırlıyor. 

Bu basın toplantısından başka detaylar da yakalamak mümkün.

Molla Feyzi Güzelsoy'un iddialarını metinden okumak mümkün. 

Molla Güzelsoy'la Aralık 2012 döneminde defalarca telefonla görüştüm. Akgündüz, kendi uyduruk şeceresini ilmi deliler ve bizzat kendi şahitliğiyle cerh eden bu kıymetli âlime "siyasi Kürtçülük" ve "PKK destekçiliği" iftirası atarak itibarını sıfırlamaya ve devlete hedef göstermeye çalıştı. Molla Güzelsoy, "temiz" bir insan olduğu için bu çamurlar ona tabii ki yapışmadı. 

Molla Güzelsoy'un makalesini zaten okuyacaksınız. Benimle ilgili görüşmelerinde konuyla ilgili 60 sahife Arabi bir reddiye hazırladığını ve kitap olarak yayınlayacağını belirterek, özet olarak şunları anlattı: 

"Evrak için önce 100-150 yıllık deniyordu. Fakat o kağıtta 'Risale-i Nur müellifi" ifadeleri yazıldığı için"1935'lere kadar giden evrak" ifadesine çevrildi. Fakat 1935 de hapis ve sürgün zamanı olduğu, Bediüzzaman daha Risale-i Nur Külliyatı'nı bitiremediği için bu ifade de havada kalıyor. Zaten o şecereyi Akgündüz'e getiren ve benim (Molla Güzelsoy) defalarca görüştüğü Dr. Mahmut Said adlı Iraklı şahıs çelişkiler üzerine 'Ben de aslında aynı görüşteyim. Bu o kadar eski değil. Bence bu ilk Irak harbi sıralarında 1990'larda hazırlanmış' diye konuştu. Ayrıca, metindeki mühürler plastik mühürdür, bilgisayar hurufudur. Metnin el yazısı da böyle bir evrakta olamayacak şekilde basit ve avamîdir." 




***



بسم الله الرّحمن الرّحيم
اَلْحَمْدُ للهِ رَبِّ الْعَالمَيِنَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلىَ سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ وَعَلىَ آلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِين 
           

Kıymetli Kardeşlerim,             Hz. Üstadın ortaya çıkması ve Risale-i Nur’u telif etmesiyle ‘Nur Talebeleri’ adı altında mühim bir cemaat teşekkül etmiş ve ağır şartlara rağmen tarih boyunca kudsi hizmetini ifa etmişlerdir. Ancak gün geçtikçe ve Hz. Üstadın yıldızı parladıkça zaman zaman siyadet meselesi ortaya çıkmış ve seyyid olup olmadığı taharri edilmiştir. İşte ondan sonra Nur Camiası içerisinde farklı görüşler ortaya çıkmıştır.
             Bir grup Nur Talebeleri Hz. Üstadın adem-i siyadetine dair Risale-i Nur’daki sarih ve kat’i ibaresine bağlı kalarak ve Nur’un cerhedilmez imani hüccetlerine kanaat ederek iktifa etmişlerdir.
             Diğer grup ise Risale-i Nur’un dışındaki rivayetlere bakarak ve bir derece hak ve hakikat telakki ederek Üstadın seyyid olduğuna kanaat etmişler ve Risale-i Nur’daki adem-i siyadetine dair sarih ibareleri te’vil etmişlerdir. Ta 20.12.2012 tarihinde Ahmet Akgündüz Hocamız’ın iddia ettiği Üstadın şeceresini bazı mübarek Nur Talebelerinin huzurunda basın yoluyla ilan ettikten sonra Nur Camiası içerisinde birinci gündem maddesini teşkil etmiş ve zaman zaman muhtelif fikirler ortaya çıkmıştır.
             Ben de buna binaen fikrimi beyan etme ihtiyacını hissettim ve gelecek hakikatları kaleme aldım. Eğer hata etmiş isem, affımı Erhamürrahimin’den niyaz ederim. Eğer doğru yapmışsam Mün’im-i Kerim’ime şükranlarımı ifade ederim.             Evet siyadet meselesi imani bir mesele olmadığı için inşaallah Nur Cemaatine zarar vermez ve cemaati tefrikaya götürmez. Ancak gelecek izahatlardan gayem Üstadın adem-i siyadetini ispat etmek değil, belki siyadeti hakkında ortaya atılan iddianın ilmen ne mahiyette olduğunu tahlil etmektir. Öyle ise önce ayet ve hadise bakalım, bize ne emretmektedirler:             Bak Allahu Teala Ahzab Suresinin 5. ayetinde buyuruyor ki;


 ادْعُوهُمْ لِآبَائِهِمْ هُوَ أَقْسَطُ عِندَ اللَّهِ       


Yani: ‘Onları babalarına nisbet ederek çağırınız’


Resul-i Ekrem (A.S.M) da bir hadis-i şerifinde diyor ki:


: ليس من رجل ادعى لغير ابيه وهو يعلمه الا كفر ومن ادعى قوما ليس له فيهم نسب فليتبوأ مقعده من النار
(Buhari, 3508) Yani: ‘Herhangi bir adamdan birisi bilerek kendisini babasının dışında birisine nisbet ederse kat’iyyen küfre girmiş oluyor ve kim neseben başka bir kavmi iddia etse cehennemden yerini hazırlasın.’
İşte bütün ulema-i ilm-i hadis bu işin haram ve tehlikeli olduğuna ittifak etmişlerdir. Üstad-ı Zişan olan Bediüzzaman Hazretleri dahi aynını söylüyor ve diyor ki: ‘Seyyid olmayan seyyidim ve seyyid olan değilim diyenler ikisi de günahkar ve duhul ile huruc haram oldukları gibi hadis ve Kur’an’da dahi ziyade veya noksan etmek memnu’dur.’ (Muhakemat)             Kıymetli kardeşlerim, bu hakikatlerden sonra Üstad-ı Zişanı dinleyelim, kendi siyadeti hakkında ne diyor: Bak fasih bir dille ifade eder ve der ki:
‘Lillahilhamdü velfahr ihlas-ı niyeti ihlal eden ve anasır-ı garaz olan neseb ve nesil ve tama’ ve havf beni bilmiyorlar. Ben de onları tanımıyorum veya tanımak istemiyorum. Zira meşhur bir nesebim yok ki mazisini muhafazaya çalışayım..’ (Münazarat) “Hem asil bir hanedandan olmadığımdan hısset derecesinde iktisada düşkün ve pest ahlaklar görülüyor. Sizi bütün bütün kaçırmamak için bu şahsiyetimin gizli çok fenalıklarını ve sû'-i hallerini söylemeyeceğim(Mektubat, 26. Mektub)“Hem neşrettiğimiz aleyhimizde yazılan kararnamenin elli dördüncü sahifesinde ahir zamanın o büyük şahsı neslen Âl-i Beyt’ten olacak. Biz nur şakirdleri ancak manevi Âl-i Beyt’ten sayılabiliriz.” (Şualar, 14. Şua) “Hem mahkemede Denizli ehl-i vükufu bazı şakirdlerin bu itikadlarına göre bana karşı demişler ki, eğer Mehdilik dava etse bütün şakirdleri kabul edecekler. Ben de onlara demiştim, ben kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki ahir zamanın o büyük şahsı Âl-i Beyt’ten olacaktır. Gerçi manen ben Hazret-i Ali'nin (R.A.) bir veled-i manevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselâm bir manada hakikî Nur şakirdlerine şamil olmasından, ben de Âl-i Beyt'ten sayılabilirim; fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanıdır. (Emirdağ Lahikası-1)
      Ey merak-âver kardeşim ve ilm-i hikmetten tok olmaz arkadaşım, eğer burada tetimme babından bir hakikatı daha ifade etmezsem bence kelâm nâ-tamam olur. İşte bak, savcı iddianamesinde: “Said, Hazret-i Ali'nin (R.A.) ilm-i hakikat itibariyle şakirdi olduğumdan, manevî evlâdı olabilirim, demesiyle kendine atfedilen makamlara liyakatını kabul etmiş görülmektedir.” (Şualar, 14. Şua) demesine karşı üstad diyor ki: “Ben de manevî Âl-i Beyt'ten sayılabilirim demekten maksadım; bir kısım müçtehidlerin وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ duasında, "Seyyid olmayan fakat ehl-i takva bulunanlar, o duada dâhildirler" dediklerinden, o umumî duada benim de bir hissem bulunması için ricakârane bir te’vildir. Yoksa o hatakârane mana hiç hatırıma gelmemiş.” (Şualar, 14. Şua)
             İşte bak üstad diyor ki: ‘İddianamede benim hakkımda dört esas var:

Birinci Esas: “Güya bende tefahur ve hodfüruşluk var ve kendimi müceddid biliyorum. Ben bütün kuvvetimle bunu reddederim. Hem Mehdilik isnadını hiç kabul etmediğime bütün kardeşlerim şehadet ederler. Hattâ Denizli'deki ehl-i vukuf, "Eğer Said mehdiliğini ortaya atsa bütün şakirdleri kabul edecek" dediklerine mukabil, Said itiraznamesinde demiş ki: "Ben seyyid değilim. Mehdi seyyid olacak." diye onları reddetmiş. Yoksa ben seyyid olmadığım gibi hiçbir vakit böyle haddimden yüz derece ziyade hallerde bulunmamışım.” (Şualar, 14. Şua) İşte bakın kardeşlerim,

Üstad-ı Zişan kaç üslub-u beyan bize takdim etti, bir taraftan dedi: Ben asil bir hanedandan değilim bir taraftan dedi meşhur bir nesebim yoktur, bir taraftan dedi Ahir Zamanın o büyük şahsi neslen Âl-i Beyt’ten olacak, biz nur şakirdleri ancak manevi Âl-i Beyt’ten sayılabiliriz, bir taraftan dedi ben kendimi seyyid bilemiyorum, bu zamanda nesiller bilinmiyor, bir taraftan dedi ben seyyid olmadığım gibi hiçbir vakit böyle haddimden yüz derece ziyade hallerde bulunmamışım. Diğer bir taraftan da dedi, ben seyyid değilim, Mehdi seyyid olacak.
      Eğer denilse ki: Siyadetle ilgili Üstad’ın izahatlarını bazı mesalihe bina etmek ve mahkeme müdafaalarının makamını nazar-ı itibara almak, ona bir nev’i mazeret teşkil etmez mi?             Elcevap: Bu vehm-i faside birkaç cevabım var:             Birincisi: Bu vehm-i faside ihtimal verenler bir kere üstadı takdir değil tenkid ederler. Zira şecaatte darb-ı mesel haline gelmiş ve havf nedir hayatında hiç bilmemiş olan bu kahraman-ı İslam ve mücahid-i dini manen takiyye yapmakla ittiham etmek, şeni’ ve kabih bir isnattır, çirkin ve menfur bir ittihamdır. Halbuki, bütün ülema-i İslam içinde bu sıfattan en çok nefret eden de odur. Görmüyor musun ki, Şîalara bu sıfatla yükleniyor ve diyor ki:

“Bunlar Hazret-i Ali'yi (R.A.) fevkalâde sevmek davasında oldukları halde tenkis ediyorlar ve sû'-i ahlâkta bulunduğunu onların mezhebleri iktiza ediyor. Çünkü diyorlar ki: ‘Hazret-i Sıddık ile Hazret-i Ömer (R.A.) haksız oldukları halde Hazret-i Ali (R.A.) onlara mümaşat etmiş, Şîa ıstılahınca takiyye etmiş; yani onlardan korkmuş, riyakârlık etmiş. Acaba böyle kahraman-ı İslâm ve ‘Esedullah’ ünvanını kazanan ve sıddıkların kumandanı ve rehberi olan bir zâtı, riyakâr ve korkaklık ile ve sevmediği zâtlara tasannu'kârane muhabbet göstermekle ve yirmi seneden ziyade havf altında mümaşat etmekle haksızlara tebaiyeti kabul etmekle muttasıf görmek, ona muhabbet midir? O çeşit muhabbetten Hz. Ali (R.A.) teberri eder.” (Lem’alar, 4. Lem’a)
             Ben de buna binaen derim ki: Hz. Ali’nin (R.A.) veled-i manevisi ve Alem-i İslam’ın medar-ı iftiharı ve tek başına bütün dünyaya meydan okuyan ve havf, korku nedir hayatında hiç bilmeyen bu kahraman-ı İslam ve sertac-ı enam olan bu zat-ı muhterem ve insan-ı muazzamı böyle takiyye gibi, çekinme gibi, pest ahlakla muttasıf görmek bence عَدَوٌ عَاقِلٌ خَيْرٌ مِنْ صِدِّيقٍ جَاهِلٍ olan darb-ı mesele mâsadaktır. Bediüzzaman Hazretleri böyle iğrenç, çirkin vasıflardan müberra ve muallâdır, münezzeh ve mücellâdır ve bu gibi medh-i tahtazama muhtaç değil, hiç ihtiyacı da yoktur.
             İkincisi: Bu gibi fasid tevillere cür’et edenler meselenin hakikatına vâkıf değiller, ben de bunun gibi zatları bir kere daha başta zikir edilen ayet ve hadîs-i Nebeviye’yi okuyamaya ve gözden geçirmeye davet ediyorum. Bir baksınlar ve meseleyi basit zannetmesinler ve Üstadı Zişanı gelen tehditlerden nasıl kurtaracaklarını iyice düşünsünler. Zira hadis çok tehditkar gelmiştir.
             Üçüncüsü: Mezkur olan tevil-i fasid Risale-i Nur’un mühim bir esasını zir ü zeber eder. Zira biz o gayr-ı meşru tevili kabul ettikten sonra üstadın kelâmından olan “Ben kendimi seyyid bilemiyorum, ben seyyid değilim” gibi kelâmları kelam-ı gayr-ı sadık kabul etmemiz gerekir.

Yani, açık bir tabirle Üstad-ı Zişan bir maslahata binaen hâşâ ve hâşâ bin defa hâşâ orada sıdkı terk ederek kizbi tercih etmiştir dememiz îcab eder. Halbuki bir maslahata binaen yalan söylemek caizdir hükmünü zaman neshetmiştir ve nesh meselesi bu asırda Kur’an’ın dellâlı ve sözcüsü olan Risale-i Nur’un suhuf-u mükerrereminde defalarca yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.

İstersen yalan bir lafz-ı kâfirdir ünvanı altında biraz okuyalım: “Bir dane sıdk, yakar milyonla yalanı. Bir dane-i hakikat, yıkar kasr-ı hayali. Sıdk büyük esastır, bir cevher-i ziyalı. Yeri verir sükûta, eğer çıksa zararlı... Yalana yer hiç yoktur, çendan olsa faydalı. Her sözün doğru olsun, her hükmün hak olmalı. Lâkin hakkın olamaz, her doğruyu söz etmek. Bunu iyi bilmeli.  «خُذْ مَا صَفَى دَعْ مَا كَدَرْ»kendine düstur etmeli.” (Lemaat)
             Dördüncüsü: Siyadetle ilgili kelâmlar hep mahkeme müdafaalarında söylenen kelâmdan ibaret değildir. Belki mühim bir kısmı daha önce söylenmiş mahkeme müdafaalarında dile getirilmiştir. Bence bunu teker teker belgelerle isbat etmek ve izleyicilerin önüne koymak israf-ı kelâm nev’inden sayılır. Buna binaen ben bu hakikatı zeki nur talebelerinin ferasetlerine ve şakird-i Kur’an’iyenin zekâvetlerine havale ederim.
 «اِنْ كُنْتَ ذَكِيًّا فَكَفَاكَ وَاِلاَّ فَلاَ» sırrınca arife tarif gerekmez, ehl-i hikmet her meseleye heveslenmez.             Kıymetli Kardeşlerim, Urfalı Seyyid Salih Özcan ve Mehmet Çalışkan Ağabeylerimiz gibi zatlardan rivayet edilen ve Üstada atfen isnad edilen, ‘Hem Haseniyim hem Hüseyniyim’ cümlelerini de bir derece tahlil etmeden geçemeyeceğim. Şöyle ki:             Eğer, ‘Hem Haseniyim hem Hüseyniyim’ cümlesinden maddi ve nesebi siyadet murad ise Risale-i Nur’da geçen ibarelere muhalif ve çelişkili olduğu için Risale-i Nur’da zikredilen rivayetleri esas tutup ötekileri tevil etmemiz gerekir. O zaman, ‘Haseniyim Hüseyniyim’ kelimesinden murad nesebi değil manevi siyadet murad olması gerekir. Zira Hz. Üstad, Hz. Ali’nin veled-i manevisi olduğuna ve alem-i manada hakikat dersini aldığına göre Hz. Ali’nin manevi veledi sayılabilir. Hem Haseni hem Hüseyni olabilir.
             Kıymetli Kardeşlerim, bakın, dikkat edin iki mesele var: Birisi: Maddi siyadet, ötekisi: Manevi siyadet. Manevi siyadet kesbi ve amel-i saliha mütevakkıf olduğu halde Hz. Üstad zor ve çetin olan o manevi siyadetini pervasızca ilan ettiğine göre gerçekten maddi siyadetine vakıf olsaydı, en az inkar etmeyecekti kanaatındayım. Zira Hz. Üstad bilerek asla hilâf söylemez ve bunu bir maslahata bağlamaz. Tarihçe-i Hayatı sıdkına bir şahid-i kat’ıdır.
             Bak Üstad-i Zişan diyor ki:

"Bu cüz’i aklınızla hüsn-ü külliyi ihata edemezsiniz. Evet bir zira’ kadar bir burun altından olsa yalnız ona dikkat edilse, güzel gören bulunur.’ (Muhakemat)

Ama eğer diğer aza-yı insaniyle mülahaza edilirse çirkin görünür. Zira vücud-u insan onu kaldırmaz ve insan onunla güzel olmaz. Aynen bunun gibi, eğer Hz. Üstadın kendi siyadeti hakkında sarih ibaresi olmasaydı ve Üstad net, açık olarak Risale-i Nur’da ifade etmeseydi, bir derece maddi siyadet libası ona uygun olabilirdi.

Bu nedenle dışarıdan idhal edilen gayr-ı tabii libas, Üstadın nurani olan o kamet-i muallasına münasip olmaz. ‘Ve libasut-takva zalike ğayrun’ ayet-i kerimesi  bu işe cevaz vermez. Ben eminim ki, bazı mübarek zatlar tebei bir nazarla değil hakiki bir nazarla baksalar ve bunun lazım-ı mezhebini mülahaza etseler farkına varacak ve tehlikenin boyutunu müşahede edeceklerdir.
 Bakın kardeşlerim, Prof. Dr. Ahmet Akgündüz Hocanın mühim bir meselesine gidelim. Bak kendisi Hz. Üstadın siyadet şeceresini Musul’da bulduğunu iddia ediyor ve gittiği her yerde müjde vererek Nur Cemaatinin nazar-ı dikkatini kendine çekmeye çalışıyor. Hatta 20.12.2012 tarihinde daha ileri giderek iddiasını meşrû göstermek maksadıyla, birkaç mübarek nur talebelerinin huzurunda ve bazı basın mensuplarının karşısında iddia edilen Üstadın şeceresini Türkiye’ye ilan etti.
 Eğer bu iddia doğru olsaydı, elbette ben bütün ruh u canımla ona taraftar olacaktım. Fakat maalesef bu konuda ciddi kuşkularımla beraber, bildiğim çok şeyler vardır. Her neyse, haydi Ahmet Hocanın iddia ettiği şecereye bakıp gözden geçirelim ve bu müşkil mesele-i muammayı akl-ı selim çerçevesinde hal ve keşfedelim. İnşaallah memnun olacaksınız ve bu hadiselerden bir ders-i ibret alacaksınız. Bakın kardeşlerim, iddia edilen şecere, Irak’ta bir veya birkaç kişi tarafından hazırlanmış. Yakından uzaktan resmiyetle hiçbir alakası olmamakla beraber mevsuk bir sıfatı da yoktur. Şecereyi okuyan hiçbir zişuurun inanması mümkün değildir. İsterseniz gelin bu acip ve garip tabloyu beraber gözden geçirelim:
Öyle ise en evvel şecerenin tercümesine bakalım:


Ş E C E R E  T E R C Ü M E S İ D İ R
 Şeyh Şemseddin Muhammed bin Şeyh Muhyeddin Abdulkadir bin Şeyh Nureddin Ali’nin zürriyeti LİSTESİDİR:Şeyh Abdulkadir,  biraderi şeyh Alauddin’den iki yaş büyüktür.
 Şeyh Abdulkadir, Melik El’eşref  Bersbay’in 9 muharrem 836 h. de Amed (Diyarbekir)’den Şam’a avdetinden sonra Şam Diyarına girmiştir.  841 h. Yılında taun(Kolera) dan Şam’da vefat ederek sofiye kabristanına defn edilip geriye hiç bir zürriyet bırakmamıştır. O )Şeyh Abdulkadir( ile biraderi Alauddin öz kardeştirler ve anaları Şeyh Hayder’in kızı şerife Fatma hatun’dur.
Hamed El’ Hiyali mührü

Şeyh Alauddin Ali:        Şeyh Alauddin Ali, Sencar Dağına bağlı El’Hiyal köyünde, hicri 785, miladi 1383 te doğmuş ve kendi zamanında Mısır diyarında kadiriyye (Tarikatının) kaynağı  durumunda gelmiştir.  Mukaddes toprakları ziyaret ederek iki kez hacc yapmıştır. Kendisi ve çocukları Melik El’eşref Bersbay‘in Amed(Diyarbekir)den  avdetinden ve Kahire’ye girişinden sonra  Mısır’a yerleşmişlerdir.  Hicri 10 Safer 853 miladi 1449 de Perşembe günü öğle vakti Taun (Kolera)dan şehit olarak vefat etmiştir. Kahire’de Babül’karafe’de üzerine namaz kılınmış Türbetül’Arune mezarlığında seyyidim Adiyy bin Misafir yanında defn edilmiştir. Ayni yerde birkaç çocuğu da defn edilmişlerdir. hem orada adı geçen amcası şeyh Şemseddin Muhammed bin Nureddin Ali bin İzzeddin Hüseyin bin Şemseddin Muhammed el’ekhal de defn edilmiştir.           
Hicri 841’de Taun’dan sonra Şeyhimiz Alauddin’nin bir oğlu oldu. Onu alıp Hicaz’a götürdü Tur(Tur-i Sina)ya varmadan yolda taun’a yakalandı ve yirmi yaşına varmadan vefat etti ve oranın camisinde defn edildi. Şu ana kadar da ziyaret edilmektedir.  Bundan sonra da Şeyhimiz Alauddin’in bazı çocukları oldu ama kimileri (Ondan önce) öldü. Kendisi ise iki erkek bir kız çocuk bırakarak vefat etti. Kalan çocuklarından birisi babasının ölümünden hemen sonra vefat etti. Diğerlerinin ise nesilleri Mısır’da şu ana kadar devam etmektedir.
  
               (Ebu İshak İbrahim el-Kadiri) olarak bilinen kişi de Şeyh Alauddin’in müritlerinden idi  ve Kahire’de Karafe’deki Zaviye’de günümüze kadar Şeyh Abdulkadir Geylani’nin neslinden büyük bir grup bulunmaktadır. Şeyh Ala… Ali’nin torunlarından biri olan Abdurrezak da Mısır’dan ayrılarak Davudiye’den amcası çocukları olan ve yukarıda adı geçen şeyh Abdulkadir Geylani zürriyetinden Davut bin Seyfeddin Süleyman bin Şeyh Abdulvahhab ile beraber Suriye/Hama’ya bağlı Ma’arratün’nu’man’a yerleşti.
              Şeyh Ahmet bin Hasan bin Davud bin Ahmet bin Mansur bin Süleyman bin Davud bin Seyfuddin Süleyman bin Şeyh Abdulvahhab kızı  ile evlendi. Hanımı da Şeyh Sadaka’nın kız kardeşi ve şeyh Abdulkerim’ in babası olan şeyh Abdulvahhab’ın halasıdır.              Geriye üç oğul iki kız evlat bıraktı En büyük oğlu şeyh Abdullah Harran’da Hüseyni büyük seyitlerden birinin kızı ile izdivac etti.  Evlendikten bir süre sonra Kürtlerin memleketi olan Bitlis’teki  Hakkari’ye gitti ve 50 yaşında iken vefat ederek Tursinc’te defnedildi. Geriye Sermit’te medfun oğlu Şeyh Abdurrahman’ı o da Şeyh Abdulvahhab’ı o da Şeyh Abdullah’ı o da Mirza Reşan’ı o da Mirza Halid’i o da Hıdır’ı o da Ali’yi o da Sofi Mirza’yı bıraktı.            Bunlar Hakkari’de Kürtlerle beraber İsparit aşireti içinde ve Nurs köyünde kaldıklarından kürt adı ile isim aldılar. Sofi Mirza Hakkari Kürtlerinden Bilikan köyünden ve Hakif aşiretinden olan mulla Tahir’in(kızı) Nuriye ile evlendi. Onlar da Hüseyni seyitlerindendirler ki Sermit’te medfun küçük Ali’nin oğlu Ahmet’in neslindendirler. O da el’hadid ve sumayd’i seyyitlerinden olan Şemseddin Muhammed Ucanul’hadit’ten gelirler ve bunlar da Irak’ta dağılmışlardır. Bu ikisinin büyük bir ünü ve güzel şöhretleri olup cömertlikle asalet ve cesaretleri ile tanınırlar.  Şemseddin Muhammed Ucanul’hadit geriye beş çocuk bıraktı:  Mısır’da  medfun Büyük Ali Erbil’de medfun İsa Ahdesiye’de medfun Hüseyin Irak/ El’Enbar’da medfun Ahmet ve  Sermit’te medfun küçük Ali.  Küçük Ali’den de Sumayd’i’de medfun Abdurrahim ve Muhammed ve Ahmet olmuştur. Sofi Mirza ise Nur Risaleleri müellifi olan ve Said-i Kürdi olarak bilinen ve lakabı Bediuz’zaman olan Said el’Nursi’nin pederidir. Hicri 1293 miladi ise 1876 yılında doğmuş ve Sofi Mirza’nın ondan başka 3 erkek ve üç de kız çocuğu daha vardır.

 Nakabetüs’sadetil’ eşraf mührü       Hüseyin Sumaydi’i mühür
ve Verşan Halit El’Hadit mührü.        

 Şimdi bu belgedeki tutarsızlıkları 11 madde ile izah edelim:
 1- Sözde Hz. Üstad, Şeyh Abdülkadir-i Geylani’ye bağlanılıyor ve bir veledi gösteriliyor. Fakat tanzim eden kişi çok acemi, çok aceleci davranmış. Zeki, nakkad-ı ehl-i hadisin ferasetini hiç nazar-ı itibara almamış. Zira başta Şeyh Abdülkadir-i Geylani’den bahsederken diyor ki: ‘Hicri 841 yılında Taun(Kolera) hastalığından Şam’da vefat ederek Sofiye Kabristanına defnedilip geriye hiçbir zürriyet bırakmamıştır.’ Oysa bütün tarihçiler Geylani’nin dört hanımla evlendiğini ve on iki veya on sekiz evladının olduğunu hepsi de o zamanın alimlerinden ilim tahsili yaptıklarını ve babalarından hırka giydiklerini kaydederler.
Farzedelim ki, Geylani geriye hiç evlad bırakmadı. O zaman Üstad Bediüzzaman nasıl onun neslinden geldi?
Hem belge Şeyh Abdülkadir-i Geylani’nin Şam’da vefat ettiğini gösteriyor. Oysa yüzlerce yıldan beri Şeyh Abdülkadir-i Geylani’ye ait olduğu herkesçe bilinen Bağdat’taki kabri milyonlarca Müslümanlar tarafından ziyaret edilegelmiş ve hiçbir ilim adamı mekanı hakkında itiraz etmemiş.
 2- Şeyh Abdülkadir-i Geylani’nin Hicri 841’de vefat ettiğini yazıyor ve annesinin ismini Fatıma bint-i Haydar, babasının isimini de Şeyh Nureddin Ali olarak kaydediyor. Halbuki Şeyh Abdülkadir-i Geylani 500 küsur hicri yıllarında vefat ettiği tarihçe malumdur. Hem annesi Fatıma Bint-i Haydar değil belki Fatıma bint-i Abdullah’ül Esmai’dir. Babası da Şeyh Nureddin Ali değil belki Musa bin Abdullah’tır ve Zengidost lakabıyla meşhurdur.
Acaba biz yanlış mı tercüme ettik? Halbuki uzmanlar tarafından dikkatle tercüme edilmiştir. Yahut zikredilen Şeyh Abdülkadir-i Geylani değil de başka bir Abdülkadir mi?
Bence son şık kaviyyen muhtemeldir. Herkes buraya çok dikkat etsin ve bir şey anlamaya çalışsın. Zira şecere metninin başında sadece Şeyh Abdülkadir ismini kullanırken sonra gelen Abdülkadir ismine Geylani lakabını da ekliyor. Bence bu bir hatadır ve Hz. Üstad, Şeyh Abdülkadir-i Geylani değil başka bir Abdülkadir’e bağlanmıştır.
 3- Sonra Şeyh Abdülkadir-i Geylani’nin biraderi olan Şeyh Alaaddin’den bahseder ve iki yaş daha büyük olduğunu gösterir. Sonra doğum ve vefat tarihini zikreder ve der ki: ‘Şeyh Alaaddin Ali Hicri 785, Miladi 1384 tarihinde Hayal Köyünde dünyaya gelmiş. Hicri 853, Miladi 1449 tarihinde vefat etmiştir. İşte asıl skandal burada. Çünkü bu tarihe göre Şeyh Abdülkadir Geylani’yle Hz. Üstadın arası takriben 500 sene oluyor.
 Halbuki Bediüzzaman Hazretleri, Şeyh Abdülkadir Geylani’nin 800 sene bizden uzak olduğunu Risale-i Nur’da beyan ediyor ve tarih de öyle gösteriyor.

İşte biz burada dahi çarpık bir hata müşahede ediyoruz. Benim kanaatimce bu fahiş hatadan dolayı Irak’taki uzman ve şecereyi hazırlayan zat aldanmış ve yakın mesafeyi nazar-ı itibare alarak dokuz babayla iktifa etmiş ve Sofi Mirza’yı sözde Şeyh Abdülkadir-i Geylani ile biraderi olan Şeyh Alaaddin’in bir veledine bağlamış. Fakat başarılı olamamış; zira o Şeyh Abdülkadir, Şeyh Abdülkadir-i Geylani olmadığı gibi ondan iki yaş büyük olan Şeyh Alaaddin dahi onun biraderi değildir çünkü tarih çok hatalıdır.
 Acaibdendir ki, Ahmet Akgündüz Hocamız da bu tarihi hatayı görmeyerek sadece dokuz babadan ibaret olan şecereyi 04.09.2012 tarihinde kamuoyuna açıkladı. Sonra Diyarbakır’dan bazı itiraz ona gidince bir derece farkına vardı. Bu sefer 20.12.2012 tarihinde biraz daha ustaca davrandı. Takriben on bir baba daha piyasadan bularak veya internetten çıkararak yeni bir şema çizmek mecburiyetinde kaldı ve sözde Şeyh Abdülkadir-i Geylani’ye kadar babalarının sayısını takriben yirmi bire çıkardı. Başaracağını zannetti fakat evdeki hesap çarşıya uymadı. Çünkü biz Hz. Üstadın şeceresine ilave edilen on bir babanın hesabını soruyoruz. Acaba şecerede dokuz babanın haricinde var mı?
 4- Benim kanaat-ı kalbiyyem, o şecereye her ne kadar eski bir evrak havası verilmiş ise de, yeni yapılmıştır.

Ama ona rağmen Ahmet Akgündüz Hoca, Diyarbakır’da dedi ki: “Şecere 1935 tarihinde yapılmıştır.” İsterseniz ben bu meselenin hakikatını size izah edeyim:

Bakın kardeşlerim: Ahmet Akgündüz Hocamıza şecereyi getiren Mahmut adındaki zat önce Diyarbakır’da benim yanıma geldi ve bütün evrakları bana verdi. Ben de okumaya başladım. Baktım ki, çok eski bir evrak havası verilmiş. Buna binaen ben sordum: ‘Sanki yüz senelik bir evraktır.’ dedim O da dedi: ‘Evet yüz seneden fazladır’. Ben de buna binaen dedim ki: ‘Bediüzzaman Said-i Nursi’den bahsederken Risale-i Nur Müellifi ünvanıyla zikrediliyor. Halbuki o tarihte Risale-i Nur telif edilmemiştir.
 Bu itirazdan sonra Mahmut kardeş bana dedi ki: ‘Şecereyi bana verenler her ne kadar o tarihi göstermiş iseler de, bence 1990’da yapılmıştır’. Yine itiraz ettim ve dedim ki: '20 senelik bir şecere kağıdı bu kadar eski gözükmemesi gerekir’. Demek Ahmet Hocanın iddia ettiği şecerenin tanzim tarihi olan 1935 senesi Mahmut tarafından bile tasdik edilmemiştir.

Evet o tarihte çendan büyük bir miktar Risale-i Nur eserleri telif edilmiş ise de, Üstad hapiste ve sürgünde olduğu ve Risale-i Nur’un telifi devam ettiği için, Risale-i Nur’dan fazla bir haber yoktur. İşte bu da çok düşündürücüdür.

 5- Irak’tan getirilen sözde şecere sadece Üstada ait olduğu ve annesi Nuriye’ye ait bir şecere olmadığı halde, Nuriye dahi Hüseyni gösterildi ve çift siyadet Üstada isnad edildi. İşte buyurun; 

Hani Nuriye hanımın şeceresi? Nur camiası acilen talep ediyor, ibraz edilsin. 6- İddia edilen şecere, sadece Şeyh Abdülkadir adında bir zatın bir veledine kadar gittiği halde, İmam Ali’ye kadar gösterilmiş ve başka şemalar çizilmiş ve Ahmet Hoca tarafından tamamlanmıştır.
 7- Şecereyi hazırlayan kişi mevcud hale bakarak tanzim etmiş. Zira Üstadın pederi “Mirza” olduğu halde, Üstada hürmeten “Sofi Mirza” ismini zikretmiş ve Üstadın isimini de hem Said-i Nursi hem Said-i Kürdi olarak beyan etmiştir. 8- İddia edilen şecerede üstada yakın mesafede olan “Ali”, “Hızır”, “Mirza Halıd” ve “Mirza Reşan”ın sadece isimlerini zikretmekle iktifa etmişken Şeyh Abdülkadir’den sonra gelen o uzak babalara geniş yer verilmiş. Demek onlar internet ortamında varmış. Üstadın yakın ecdadları ise yokmuş. Evet evet, nişane-i ved’ ve sun’i müdahale güneş gibi görünüyor. 9- Irak’tan getirilen ve Üstad’a şecere olarak isnad edilen sayfanın yazısı eski zamanın yazı şekli olmayıp yeni neslin yazı türü olduğunu bütün Iraklılar şehadet etmektedirler.  Ayrıca Arapça yazısı, Arap edebiyatına uygun olmamakla beraber lisan-ı mahalli lehçesiyle yapılmış. Nahiv-sarf kaidelerine de ters düşmüştür.             10- İddia edilen şecere, istersen şimdi, istersen Ahmet Hoca’nın da kabul ettiği gibi 1935’te yapılmış olsun. Bizim için çok fark etmez. Çünkü 1400 sene uzakta olan bir babaya bir kişi tarafından tanzim edilecek bir şecerenin ne kadar sağlam olduğunu ehl-i ferasetin takdirine havale ederim.             11- Şunu da üzülerek ifade edeyim ki, Ahmet Akgündüz Hoca 20.12.2012 tarihinde mühim Nur Talebelerinin huzurunda iddia edilen şecereyi basın yoluyla ilan ederken dakîk, hakîm ve mütefekkir Nur Talebelerinden hiçbirisi başını kaldırıp demedi ki;

“Sayın Ahmet Hoca! Irak’tan getirdiğin şecerenin bir fotokopisini bize de verir misiniz? Ta bu hususta hakikatbîn olalım. Çünkü biz Kuran şakirdleri delil ve burhanlara tabiyiz. Hırıstiyanlar gibi kıssîsîn ve ruhbanları taklid etmiyoruz."

İnşaallah bu ikazat ve izahatlarımdan sonra Bediüzzaman’ın izzet ve şerefini ve Risale-i Nurun gayret ve namusunu muhafaza etmeyi kudsi bir vazife telakki eden bazı kahraman ve hakikatbîn Nur Talebeleri ayağa kalkıp getirilen şecereyi mercek altına alacaklar ve bu hazin tabloyu tetkik edip bakacaklar. Ta herkes bilsin ki gerçekten bu hakiki bir şecere mi?

Yoksa bütün Nur Talebeleri töhmet altında kalacaklar ve sadakat ve uhuvvet duygusu çok zarar görecektir. Evet hakkın hatır alidir hiçbir şeye feda edilemez. İşte ben mezkûr 11 maddelik hakikatleri zeki, fetanetli, emin, ferasetli nur talebelerinin nazar-ı dikkatlerine takdim ediyorum ve onunla bana düşen vazifeyi yerine getirmiş oluyorum.

             Kardeşim bak bana taalluk eden mühim bir meseleyi de söylemek isterim ta su-i zanna medar olmasın. Şöyle ki:

Ben şahsen bütün ruh-u canımla Hz. Üstadın hem maddi hem manevi siyadetini dergâh-ı İlahiyeden temenni ve niyaz ederim ve hiçbir zaman Hz. Üstadın adem-i siyadetini isbat etmeye çalışmamışım ve çalışmıyorum. Halbuki eğer ben Hz. Üstadın Risale-i Nurdaki akvâlini adem-i siyadetine delil ve hüccet olarak göstersem, elimdeki delil ve senet, yüz defa daha ziyade siyadetini isbat etmeye çalışanların ellerinde bulunan delillerden daha kuvvetli olur. Fakat buna rağmen gayem Üstadın adem-i siyadetini ispat etmek değil, belki siyadetine dair ortaya atılan iddianın ilmen ne kadar doğru olup olmadığını ve Risale-i Nur’un cerh edilmez kat’i hüccetlerinin karşısında ne mahiyette olduklarını tahlil etmektir.
 Not: Kıymetli Kardeşlerim, Üstadın siyadeti hakkında yayınlanan belgelerin tümü yanımda mevcuttur. Hepsini dikkatle tetkik ettim. Sadece yukarıda tercümesini yazdığım belge Üstad ile alakalı olduğundan sizlere, onu takdim ettim. Diğer belgeleri tercüme gereği bile duymadım. Çünkü Üstad ile hiçbir alakası yoktur…Üstadın siyadeti hakkında geniş, izahatlı bir kitabım yakında yayınlanacaktır. Bilgilerinize sunmak isterim.
 مُرادِ مَا نَصِيحَتْ بُودْ وَ گُفْتَمْ * حَوالَتْ بَا خُدا كَرْدَمْ وَ رَفْتَمْYani: Muradım nasihattı söyledim, Allah’a havale ettim ve gittim Molla Feyzi GüzelsoyDiyarbakır

Aralık-2013