25 Aralık 2019 Çarşamba

93 AZERBAYCAN DARBESİNİ PETROL DEVLERİ YAPTI! SUNDAY TIMES'DA YAYINLANAN MİT RAPORU

93 AZERBAYCAN DARBESİNİ PETROL DEVLERİ YAPTI!
SUNDAY TIMES'DA YAYINLANAN MİT RAPORU


Mustafa AYDIN

Petrol...Medeniyetimizin gelişmesini sağlayan , hayatımızın her alanında ihtiyaç duyduğumuz son derece sınırlı olması yüzünden çok kiymetli bir hammadde kaynağı. İngiliz Devlet Adamı Winston Churchill'e " bir damla petrol bir damla kandan daha değerlidir" dedirten petrol özellikle sanayilesmiş ülkeler için büyük öneme sahip. Sanayi için hammadde ve enerji kaynağı olan petrolü kontrol etmenin sağladığı büyük avantajların farkında olan dev petrol şirketleri ve bu şirketlerin gizli servislerinin dost ve Kardeş ülke Azerbaycan'da Ebulfez Elçibey'in devrilmesinde oynadıkları rolü 27 mart tarihli Türk gazetelerinden okuyalım...



Darbeyi petrol devleri yaptı .....

MİT' e göre, Azerbaycan'da 1993'teki Devlet Başkanı Elçibey'in devrildiği darbenin arkasında İngiliz petrol şirketi BP var. İngiliz Sunday Times gazetesi Türk Milli İstihbarat Teşkilatı'nın Azerbaycan'da 1993 yılında Ebulfeyz Elçibey'e karşı yapılan darbenin arkasında dev petrol şirketlerinin olduğunu anlatan raporunu ele geçirdi. Rapora göre, bugünkü Devlet Başkanı Haydar Aliyev'i iktidara getiren darbenin perde arkasında İngiliz petrol şirketi BP ve Amerikan Amoco var.

MİT'in raporuna göre, komisyoncular seçimle işbaşına gelmiş Azeri hükümetinin önde gelen yetkililerine Elçibey'e karşı Aliyev'e desteklemeleri için rüşvet verdiler. Bir MİT yetkilisinin söylediğine göre, BP Azerbaycan ile çok iyi bir petrol anlaşması yapmak istiyordu.

1991 yılında bağımsızlığını kazanan Azerbaycan, sahip olduğu 200 milyar varil petrol rezervi ile uluslararası şirketlerin iştahını kabartıyordu. Azerbaycan pazarından pay kapmak isteyen petrol şirketleri kısa sürede Azeri mafyasıyla kol kola hareket etmeye başladılar. MİT belgelerine göre Azeri petrolünde daha fazla pay almak isteyen BP, 40 kişinin ölümüne yol açan darbenin ardından Ebulfeyz Elçibey'i indirerek KGB kökenli Haydar Aliyev'i iktidara geçirdi. Aliyev, iktidara gelince ilk iş olarak BP'nin başını çektiği konsorsiyumla "yüzyılın anlaşması" denilen 5 milyar sterlinlik anlaşmayı imzaladi. BP ve Amoco böylece Azeri petrolünü işletme hakkına sahip oldu.

Kolombiya'dan paralı asker getirdiler...

Eski MİT görevlisi BP yöneticileriyle petrole karşılık silah konusunda pazarlıklar yaptığını da anlattı. MİT görevlisi düzenlenen toplantıda aralarında BP'nin de bulunduğu petrol şirketlerinin Aliyev'e ve Azerbaycan başbakanına Ermenistan'a karşı destek önerdiklerini anlattı. BP'li yetkililer Kolombiya'dan getirtecekleri silahlar ve paralı askerler ile Azeriler'i Ermenistan'a karşı savaşında destekleyeceği sözü verdi. İddiaları BP de doğruladı.

Sabah gazetesinde yayınlanan bu haber aynı gün içinde MİT tarafından yalanlansa da Sunday Times gazetesinde yayınlanan belgenin BP yetkilileri tarafından kabul edilmesi oldukça ilginçti.

1993 darbesinin temelinde bağımsızlık yanlıları ile Moskova yanlıları arasindaki çatışmalardan yatıyordu. Bağımsız Azerbaycan'ın şair ruhlu devlet adamı Elçibey liderliğindeki bir grup ülkenin milli kaynaklarının dost ülkelerle özellikle Türkiye ile paylaşılmasını ve bu sayede uluslararası güçlere karşı bir denge oluşturulmasını savunuyordu.

Moskova yanlısı diğer grup ise buna karşı çıkıyordu.18 Haziran 1993 günü Cumhurbaşkanlığı binasına baskın planları hazırlandı. Milli ordu kurulması konusunda Elçibey'le anlaşmazlık yaşayan Hüseyinov'un askerleri Gence'de isyan çıkardı. İsyanın üzerine çekilmeye zorlanan Elçibey, Bakü'yü terk etti. Ulusal Meclis Başkanı Aliyev Cumhurbaşkanı olurken Hüseyinov da başbakanlığa atandı.

Bu olay uluslararası petrol şirketlerinin Azerbaycan'da gerçekleştirdikleri ilk operasyon değildi. Türk tarihinin ikinci Cumhuriyeti olan Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti'ni de (1918-20) büyük bir operasyonla Sovyet Emperyalizminin ellerine teslim eden uluslararası petrol şirketlerinin Azerbaycan da yaptıklarını araştırmacı-yazar Raif Karadağ'ın ünlü eseri 'Petrol Fırtınası'ndan birlikte okuyalım....

Almanlar Müttefiklerini atlatmaya çalışıyor

" Birinci Dünya savaşı bütün şiddetiyle devam ediyordu. Bu arada yaşanan sıkıntılar sonucu Rusya'da devrim gerçeklesmiş ve yeni yönetim Brest-Litosvk antlaşması ile savşstan çekilme kararı almıştı. 1918 yılının mayıs ayında Almanlar Von Kress komutasında 3000 kişilik bir birliği Rusların da izni ile müttefikleri Osmanlı'dan habersiz Gürcistan'ın Soçi limanına intikal ettiler amaçları Batum istikametine yürüyüşe geçen Türk ordusundan evvel bu şehri ele geçirmek ve Bakü'ye dogru ilerlemekti. Iki müttefikin arasına giren şey ise harbin kaderini ve seyrini değiştirebilecek unsur olan Petroldü... Ruslar Almanların Baku'yü işgal etmelerine ses çıkarmayacaklar buna karşın petrol sahalarından belirli bir hisse alacaklardı. Bu yüzden harekete geçen Alman birlikleri Türk Genelkurmayı tarafından yakından takip ediliyordu. Türklerden önce Baku'ye varan Almanlar Türk ordusunun komutanı Yakub Şevki Paşanın sert müdahalesi sonucu Baku'yu kisa sürede terk ederken Türk ordusu da şehirde fazla kalamıyor kasım 1919'ta İran üzerinden Azerbaycan'a giren İngiliz birlikleri Baku'yu işgal ediyordu."

Böylece 28 mayıs 1918'te kurulan Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti uluslararası petrol şirketi Royal-Dutch Shell'in kuvvetleri olan İngilizler tarafından işgal ediliyordu. 27 nisan 1920'de kızıl ordunun işgaline kadar hayatta kalan bu Türk Cumhuriyetinin başına gelenler sadece bununla sınırlı değildi...

Azerbaycan'ı kim tanımak istemiyor?

Yazar Raif Karadağ bu dönemde yaşanan tartışmaları bakın nasıl aktarıyor: " İngilizler Rusya daki petrol bölgelerinden çekilmekle beraber bu bölgeler üzerindeki hak iddialarından vazgeçmediler .Rusya ile yaşanan sorunu halletmek için harekete geçen İngiltere bu konuda beynimel bir konferans düzenlemesini istedi. Genova sehrinde düzenlenen konferansın Royal Dutch- Shell ile Amerikan Standart Oil Co tröstlerinin mücadeleleri ile sonuçlanacağı baştan belliydi. İngiliz ve Hollanda Petrol şirketlerinin ortaklığıyla kurulan Royal Dutch Shell elde ettikleri avantajların korunması için yeni kurulan Azerbaycan devletinin tanınmasını isterken, Rockfeller'ın sahibi olduğu Standart oil Tröstü daha sonra şaibeli bir sekilde hayatını kaybedecek olan ABD Başkanı Harding'e baskı yaparak Azerbaycan'ın tanınmamasını istiyordu.23 kasım 1920 tarihinde bu açıklamayı yapan ABD'nin bu açıklaması konferansta bomba etkisi yaratırken, ABD'liler aynı zamanda Ruslarla gizlice görüşmeler yürüterek bu bölgede daha önce satın aldıkları petrol sahalarının kendilerine birakılmasını istiyorlardı. Times gazetesinin Avrupa muhabirinin merkezine geçtiği telgraf Genova konferansını gayet iyi özetliyordu: ' Bugün Avrupa matbuati Neft (Petrol) ile doludur'"

Komünist rejimi Shell kurtardı

ABD ile İngiliz, Fransız ve Belçikalı temsilcilerin kendi aralarındaki sorunlardan son derece iyi yararlanan Ruslar sonunda Baku petrollerini millileştirdiklerini ilan ettiler. Ancak buna rağmen gerek İngilizler gerekse ABD hükümeti ısrarlarından vazgeçmedi. Diplomasi kurdu Britanyalılar Rusları yeni hükümetlerini tüm Avrupa'ya tanıtmak koşuluyla ikna etmeye çalışıyorlardı. Bolşeviklerin Londra Sefiri Yoldaş Krasin ile İngiltere Dışişleri Bakanlığı yetkilileri arasında yapılan gizli bir anlaşma ile Shell firması 3 yıl boyunca Baku petrollerinin alıcısı olmak koşuluyla Rusya'nın içinde bulunduğu mali krizden kurtulması için yüksek krediler temin etmeyi kabul ediyordu. Rusları bu konuda iyice ikna etmek isteyen İngilizler aynı zamanda 250 yıl boyunca Rus esareti altında inleyen Polonya ordusunu silahlandırarak Yeni rejimin üzerine gönderiyor ve Mareşal Pilsudsky komutasındaki Polonya ordusu, bolşeviklere büyük darbe vurarak Rusya içlerine kadar ilerliyordu. Baku petrollerinin başlarına bela olacağını ve yeni rejimin doğmadan öleceğini gören Komünist Parti yöneticileri İngilizlerin teklifini kabul ederken, İngilizler de tarihe 'Courson hattı' olarak geçen bir hat üzerinde Polonya ordusunu durdurmayı kabul ediyorlardı. Böylece Rusya'da kurulan Komünist düzenin ayakta kalmasını Shell firması sağlıyordu.

Gelişmeleri yakından takip eden Rockfeller ise ABD hükümetine baskı yaparak Rus petrolünün ABD tarafından satın alınmamasını istiyordu. Bu sayede Rusları hizaya getireceğini sanan Rockfeller Rusların yaptığı gizli antlaşmadan habersiz olduğu için Rusların kısa süre içinde gardının düşeceğini bekliyordu. Ancak gelişmeler ABD'nin beklediği gibi olmadı ve 1923-26 yılları arasında Azerbaycan petrolü Avrupa'ya aktı. Daha sonra Standart oil ile anlaşan Ruslar bu sayede epey paralar kazanirken, Kafkasya'nın kahraman evlatlarının özgürlük özlemi hüsranla bitti. Azerbaycan özgürlüğünü kaybetmesi petrolcülerin bir millete vurdukları ne ilk ne de son darbedir. Petrol için dünya haritasını bile değiştirmeyi başaran Petrolcülerin yeni hedefi ise Türkiye ... 

ŞİLİ'DEKİ DARBE, IMF - DÜNYA BANKASI VESAİRE

ŞİLİ'DEKİ DARBE, IMF - DÜNYA BANKASI VESAİRE

MUSTAFA AYDIN


4 eylül 1970 Şili tarihinde son derece önemli bir gündü... Ülke, tarihinin en önemli dönemeçlerinden birisine girmeye hazırlanıyordu. Dış borcu 3 milyar doları aşmış, büyüme hızı yüzde 0.8 düzeyinde olan , enflasyonun 3 haneli rakamlarla seyrettiği ülkede gerçekleştirilen seçimlerden kimsenin özellikle ABD'nin beklemediği bir isim Salvador Allende ismi zaferle çıkıyordu.
Dr. Salvador Allende

And dağları üzerinde bulunan Şili, tarih boyunca hep birilerinin arka bahçesi olmuştu. Muhteşem Maya uygarlığının kalıntıları üzerinde bulunan ülke 400 yıl boyunca İspanyolların, arkasından da ABD'nin etki sahasına girmişti. Dünya bakır piyasasında hatırı sayılır bir rezerve sahip olan Şili'nin zengin bakır yataklarından ülke halkı değil, ABD'nin dünyaca ünlü firması ITT yararlanıyordu. ITT dışında Şili'de ciddi oranlara varan bir ABD yatırımı söz konusuydu.

Bu yüzden ABD' li analizciler ve dolayısıyla CIA ülkede gerçekleşecek olan seçimleri yakından izliyordu. Seçimler öncesi genel kanı sağ olarak adlandırılan ve ülkenin kaynaklarının Amerikalılarla paylaşılmasına ve bundan pay almaya razı grupların seçimden zaferle çıkacağı yönünde idi. Ancak beklenen gerçekleşmedi. Hristiyan Hareket (MAPU) , Bağımsız halkçı ittifak ( API) ve sosyal demokrat partinin aksine hiç beklenmeyen bir isim Salvator Allande yönetimindeki Halk Birliği (UNIDAD POPULAR) seçimden büyük bir zaferle çıkarken, Washington'daki bazı eller Allende'nin tavrına göre düğmeye basıp basmama konusunu tartışmaya baslamıştı.

Genelkurmay Başkanını kim öldürdü ?

Allende'ye göre Şili'nin içinde bulunduğu borç batağından kendi kaynaklarıyla kurtulması mümkündü. Öncelikle küçük bir azınlık tarafından verimsiz bir şekilde işletilen toprakları ihtiyacı olan ve daha iyi işleyebileceğini düşünen kişilere dağıtılmasıyla işe başlayan Allende pek çoklarına göre romantik bir devrimciydi. İdealleri ve sosyalizmle ülkenin düze çıkacağını düşünen Allende'nin önündeki ikinci hedefse ülkedeki Amerikan yatırımlarını özellikle bakır işletmelerini millileştirmekti. Bu konudaki tavrını bilen CIA ve ülke içindeki yardımcıları demokrat bir insan olan Genelkurmay Başkanı Rene Scheneider'in öldürerek, Allende'yi uyarırlar. ABD'lilerle ters düşmek istemeyen Allende özelleştirme karşılığında ITT firmasına para bile teklif edecektir ancak CIA ve ABD'nin menfaatlerini engelleyeceklere bir ibreti alem olması için bu teklifi reddetme kararı alır.

Kasım 1971 tarihinde devlet Başkanı Allende'nin teklifi ve oybirliğiyle ITT tarafından işletilen Bakır madenleri devletleştirilir. ABD'nin ilk tepkisi Şili'ye yardım için Dünya Bankası ve IMF tarafından verilen kredilerin kesilmesini sağlamak olur. Ardından da ülkenin en önemli gelir kaynağı bakırın uluslararası piyasalardaki fiyatı bir anda düşüverir- ABD Allende için artik düğmeye basmıştır...

IMF ve Dünya Bankası kimin emrinde?

Bakır fiyatlarının düşmesi yüzünden milli gelir bir anda aşağılara düşer, uluslararası kredi kuruluşlarının da hep kırmızı ışık yakması yüzünden ülkede işler yolunda gitmemektedir. Ülkede milli gelir ve üretimin düşmesi üzerine kadınlar 'tencereli protesto' lara başlarlar. Aynı dönemde sol bir iktidara karşı sendikalar bakır madenlerinde çalışan isçileri örgütleyerek 'ücret artışı' talebiyle greve gidilmesi çağrısında bulunurlar. Bunun üzerine mayıs 1972'te bakır isçileri greve gitme kararı alırken, bundan sadece birkaç ay önce ABD'li bir gazeteci ' ITT ve CIA'nin Allende'ye devirmek için harekete geçtiğini açıklayan bir yazıyı kamuoyuna açıklıyordu. Bu arada ülkede toplumsal hareketler piyasanın durması ve beklenen uluslararası kredilerinde gelmemesi yüzünden patlama noktasına ulaşır. Kamyon sahipleri artan petrol fiyatlarını protesto etmek için ülke çapında greve giderken, Aralık 1972 'te Birleşmiş Milletlerde konuşan Allende ülkesine karşı uluslararası tekeller tarafından büyük bir komplo düzenlendiğini söylüyordu.


Darbeye adım adım...

Bu arada CIA tarafından desteklenen basın ve ordu içindeki bir grup rahatsızlıkları sert bir şekilde dile getirmektedir. CIA destekli medyanın temel argümanı ise Allende'nin ülkeyi komünizme getirdiği üzerinedir. Ülkedeki muhalifleri ateşlemek üzer CIA mükemmel bir plan hazırlamıştı. Çıkış yolu arayan Allende'nin tüm yolları kapalıdır- Sovyetler Birliği bile yeterince sosyalist olmadığına inandığı Allende'ye destek vermemektedir. Ülkenin içinde bulunduğu zor duruma karşın Allende halk tarafından gene de desteklenmektedir. 1973 martında yapılan seçimlerde Allende'nin partisi yüzde 43.9 oy alarak yine birinci parti olurken, büyük kısmı ABD ordusu tarafından eğitilen Şili ordusunda cuntalar harekete geçmek için sabırsızlanmaktadır. Haziran 1973'te Santiago'da bulunan 2. Panzer birliği askerlerinin başlattığı darbe girişimi bastırılır. Muhalefetin yoğun baskılarına karşı, görüşme talebini yineleyen muhalefetten olumlu yanıt alamaz. Bu gelişmeler olurken, hükümet kurmakta zorlanan Allende tarafından kurulan 9. Hükümette dağılıyordu. Üstelik parlamentoda bulunan muhalefet orduya başkanın emirlerine itaat edilmemesi çağrısında bulunuyordu. Başkana yakınlığıyla bilinen genelkurmay Başkanı Pratts baskılara daha fazla dayanamayarak ağustos ayında görevinden istifa ederken, darbenin ayak sesleri artik tüm ülkede duyulmaya başlıyordu. Bu arada ABD'de de yayınlanan bir dergide CIA'nin Şili'de darbe yapılması için ülkenin önde gelen sendika, parti ve askeri yöneticilerine 8.5 milyon dolar gönderdiğini yazıyordu. Artık ziller seçilmiş hükümet için çalıyordu...

ALLENDE'nin acı sonu...

Sonunda Türkiye'de yaşanacak bir başka darbeden bir gün önce 11 eylül 1973'te Şili halkına karşı işlediği insanlık dişi suçlardan ötürü İngiltere'den sınır dışı edilecek olan dönemin Genelkurmay Başkanı Agusto Pinochet yönetimindeki ordu başkanlık sarayını kuşatır. Teslim olmayı reddeden Allende " istifa etmeyeceğim ve Şili'yi savunma kararımdan asla vazgeçmeyeceğim. Her türlü yola başvurarak, hayatım pahasına da olsa direneğim" derken sözünün eri olduğunu askerlere de göstermiş olur. Korumalarıyla birlikte çarpışırken, hayatını kaybeden Allende'yi deviren Şili ordusu ve Genelkurmay Başkanı'nın emriyle yüzlerce kişi tutuklanır. Binlerce kişi işkence görürken, yeni devlet başkanı yayınladığı bir emirle daha önce millileştirilen şirketlerin eski sahibi ITT ve ABD firmalarını darbeden sonra yeniden bağımsız (!) Şili'ye dönmesi çağrısında bulunur.

Kaynaklar:
Abdullan Özkan - Sam Amcanın çoçukları - Emre yayınları
Çağdaş Liderler Ansiklopedisi - İletişim yayınları 1986
Temel Britanica

IMF VE DÜNYA BANKASI'NIN KÜRESEL SÖMÜRGELEŞTİRME OPERASYONLARI

IMF VE DÜNYA BANKASI'NIN KÜRESEL
SÖMÜRGELEŞTİRME OPERASYONLARI

Mustafa Aydın

BBC’nin Washington temsilcisi olarak görev yapan deneyimli gazeteci Gregory Palast Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’na ait gizli belgeleri ortaya çıkarınca kıyamet koptu. Bu iki kurumun kredi isteyen ülkeleri gizli anlaşmalar yapmaya zorlandığını ortaya koyan belgeler tüm dünyada şok etkisi yarattı. Palast'ın açıkladığı belgelerin önce sahte olduğunu iddia eden Dünya Bankası Başkanı James Wolfenshon daha sonra belgelerin gerçek olduğunu kabul edince skandal yeni boyut kazandı.


Gregory Palast, 1980 sonrasında IMF ve Dünya Bankası tarafından yapılan anlaşmaların önemli bir kısmının çok özel taahhütler içerdiğini ve bu taahhütleri yerine getirmeyen hükümetlerin askeri darbe yoluyla iktidardan uzaklaştırıldığını belgelerle ortaya koydu. “Gelişmekte olan ülkeler IMF'den kredi alabilmek için stratejik kurumlarını satmaya zorlanıyor. İktisadi açıdan kendi yapılarını ve sosyal dokularını olumsuz etkileyecek bu kararların dışında 101 farklı iyilik daha isteyen IMF ve Dünya Bankası ancak bu yolla kredi verebileceklerini söyleyerek şantaj yapıyor" diyen Palast Arjantin'le yapılan gizli anlaşmaları örnek veriyor.

Palast'ın açıklamalarına göre ABD'de de bile özelleştirilmesi yasak olan içme suyu dağıtımı işi bile çokuluslu şirketlere ihale edildi. “Ekvator ve Arjantin konusunda görüştüğüm Dünya Bankası eski başekonomisti Joıseph Stiglitz bana kamu varlıklarının satışı konusunda inceleme için bu ülkelerde ülkenin özelleştirmeyi savunan partilerinin satışlar için komisyon aldığını anlattı. Mesela Arjantin'in en büyük kamu bankalarını alan Citibank bu işi oldukça kolay gerçekleştirdi çünkü gereken yardımı ilgili kişiler yapmıştı." diyen Palast batan Enron şirketinin de benzer yollarla çok sayıda ihale kazandığını vurguluyor.

ENDONEZYA AYAKLANMASI IMF'IN ESERİ

Palast sözlerini şöyle sürdürüyor: "Joseph Stiglitz'in Dünya Bankası'ndan kovulma nedeni işte bütün bunları sorgulaması oldu. Stiglitz'e göre IMF ülkeler her istediğini yapsa bile hükümetleri ayaklanma çıkaracak tedbirler almaya zorluyor. Bir ülkede halk sokaklara dökülüyor buna ‘IMF ayaklanmaları’ deniyor. IMF bütün yabancı sermayenin kaçmasının ardından onlar için daha iyi ortamı yaratacak yeni tedbirler için yeri şartlar koyarak geri geliyor."

Endonezya'da geçtiğimiz yıl yaşanan halk ayaklanmaları ve ayrılıkçı hareketlerin IMF, Dünya Bankası ve uluslararası sermaye destekli olduğunu söyleyen Palast, Venezüella darbesinin öncesi IMF yönetiminin yaptığı ilginç açıklaya dikkat çekiyor. "ABD karşıtı Chavez'e darbe yapılmadan önce IMF yönetimi, 'Başkan yönetimden uzaklaşırsa IMF'nin geçiş hükümetine destek vereceğini açıkladı. Bu ne demektir? Yani Başkanı devirirseniz masraflarınızı biz ödeyeceğiz anlamına geliyor. Çünkü Popülist lider Hugo Chavez IMF ve Dünya Bankası denetçilerini ülkeden kovmuştu"

GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELERE DAYATMA

Gregory Palast, yapılan gizli anlaşmalar ile ülkelerin uygulayacağı ekonomik programlar üzerinde büyük hâkimiyet kuran bu iki kurumun halkın temel ihtiyaçlarının karşılandığı kurumların satışını öncelik haline getirmesinin sosyal yapıyı bozduğunu vurguluyor. " Arjantin nüfusunun yüzde 20'si aç ve işsiz iken siz kakıp onlara sosyal 'yardım fonlarını kapatacaksınız, emeklilik fonlarını küçültecekseniz' diyorsunuz zaten uygulanan ekonomik programla durgunlaşan ekonomiyi bunları yaparsınız ancak mahvedersiniz" diyen Palast, aynı dönemde ABD ekonomisinin canlaması için ABD yönetiminin 100 milyar dolar harcayacaklarını açıkladığına işaret ediyor.

GİZLİ BELGELER RAHATSIZLIK YARATTI

'The Best Democracy Money Can Buy' -(Paranın satın alabileceği en iyi Demokrasi) kitabıyla tanınan İngiliz gazeteci Gregory Palast'ın bu açıklamaları Dünya Bankası ve IMF yönetiminde büyük rahatsızlık yarattı. Daha önce küreselleşme ve uluslararası sermaye konusunda olumlu açıklamalar yapan Dünya Bankası Başkanı James Wolfenshon'un son olarak İtalya'nın başkenti Roma'da dün başlayan 1. Global Forum konferansında yoksulluktan bahsetmesinin de son gelişmelere bağlı olduğu iddia ediliyor.

Komplo. Org’un sorularını yanıtlayan Palast ise Türkiye'nin gizli anlaşma yaptığına dair eline bir belge veya belge ulaşmadığını ancak 'Ekonomik reform' olarak lanse edilen yasaların bu bağlamda değerlendirilmesi gerektiğini söyledi.

GARAUDY'NİN BAŞINA GELENLER

Siyonistler, Roger Garaudy ve Aksiyon dergisi

Bu yazı 2000 yılında olsa gerek Fransa'da yaşayan bir gazeteci tarafından Aksiyon dergisine gönderilmişti. Aksiyon dergisi o dönemde bu önemli yazıyı sansürlemişti. Yazının imza sahibini arşivimde bulamadım. Bulduğumda blog'a ekleyeceğim. Mustafa Aydın

***

GARAUDY'NİN BAŞINA GELENLER



Bundan üç-dört yıl önce Fransız kamuoyu, Garaudy ile Yahudi lobisinin temsilcileri arasında günlerce süren kıyasıya bir mücadeleye şahit oldu. Tartışmaya sebep, ünlü Fransız filozofu Roger Garaudy'nin yazdığı en son kitabıydı. Garaudy, "İsrail Politikasının Kurucu Efsaneleri" adını verdiği bu kitabında, siyonizm, vaad edilmiş topraklar, Yahudi kıyımı ve Fransa'daki Yahudi lobisini; hem de genelde Yahudi kaynakları kullanarak kıyasıya eleştiriyordu.

Roger Garaudy

Yahudiler karşı taarruza geçerken Fransızlar'ın çok sevdiği ve kendisinden Nobel ödülü bekledikleri Rahip Pierre, Garaudy'yi desteklediğini açıkladı. Rahip Pierre'nin tepkisi anlamlıydı. Çünkü, kendisini evsizlere yardıma hasretmiş 80 yaşını aşkın bu saygın din adamı aynı zamanda Fransız Yahudileri'nin kurduğu Irkçılık ve Yahudi Düşmanlığıyla Mücadele Derneği'nin de (LICRA) yirmi yıldır şeref üyesiydi.

Kitap piyasaya çıkar çıkmaz LICRA, 1990 yılında kabul edilen Gayssot Kanununa göre, Garaudy hakkında dava açarken Rahip Pierre'i de derhal savunmasini vermek üzere ifadeye çagirdi. Rahip Pierre de dernek idarecilerinin çağrısına uyarak gitti ve savunmasını verdi. Tam bir ifade alma havası ve ağır baskı altında bunalan Rahip Pierre, şöyle konuştu: "Yahudi kıyımı doğrudur. İnkar edilemez ve inkar eden tezlere de katılınamaz. Ben Garaudy'nin kitabını okumadım. Ancak kendisi ilmi kariyerine ve namusuna çok güvendiğim birisidir. Ve çevremdeki saygın kişiler kitabın çok değerli olduğunu söylediler."

Yahudi lobisi bu ifadelerle tatmin olmayarak Garaudy'den desteğini tamamen çekmesini ve bunu açıkça ilan etmesini istediler. Ancak Rahip Pierre tam tersini yaparak Garaudy'yi desteklediğini açıkladı. Bunun üzerine tanınmış Yahudi aydın, yazar ve popüler temsilcileri, Rahip'in bunadığını ne söylediğini bilmediğini, eski İtalyan Kızıl Tugay artığı danışmanlarının etkisinde kaldığını yazıp çizmeye başladılar. Rahip Pierre'nin çok yakın arkadaşı olan ve beraber bir kitap da yazdığı Sağlıktan Sorumlu eski Devlet Bakanı Bernard Kouchner, Le Monde'da yazdığı bir makalede kendisinden utandığını kaleme aldı.

Yahudi lobisini bu kadar kızdıran Garaudy'nin kitabını kısaca özetlemeden, davasına gerekçe gösterilen Gayssot Kanunu'na bir göz atmak istiyoruz. Bu kanunun çıktığı dönem ve ortam olarak çok ilginç özellikler gösteriyor. Kanun 1990 yılında kabul ediliyor. Dönem, daha sonra en genç Fransız başbakanı olacak olan Yahudi asıllı Laurent Fabius'un Millet Meclisi Başkanı olduğu zaman. O günlerde Fabius, Cumhurbaşkanı Mitterand'ın veliahtı olarak lanse ediliyordu. 2. İmparatorluğun 1881 tarihli fikir suçu kanununun ilgili maddesini ihya eden bu kanunun 24. tekrar maddesi şöyle diyor: '8 Ağustos 1945 tarihli Londra Anlaşması'na ilave edilen Uluslararası Askeri Mahkeme'nin iç tüzüğünün 6. maddesi tarafından tanımlanan, insanlığa karşı işlenmiş bir veya daha fazla cinayetin varlığını tartışan, inkar edenler, 24. maddenin 6. fikrasında belirlenen ceza ile cezalandırılırlar.' Teklifi yapan milletvekili ise Fransız Komünist Partisi'ne mensuptu. Ve tam bu teklif parlamentoya sunulduğunda Fransa'nın güneyinde küçük bir kasabada Carpentras'da bir Yahudi mezarlığı geniş çapta bir gece tahrip ediliyor ve Fransa ayağa kaldırılıyordu.

Söylentilere göre, Hiristiyan bir kadınla evli bir yahudi olan ve kısa bir süre önce vefat eden Félix Germon'un cesedi mezarından çıkarılarak kazığa geçirilmişti. Daha sonra yapılan soruşturmada, bunun doğru olmadığı anlaşıldı. Yalnız, ilginç bir şekilde ceset, Katolik bir erkekle evlenen bir yahudi kadının mezarının üzerine bırakılmıştı. Devrin İçişleri Bakanı M. Pierre Joxe, faillerin öğrenilmesi için polis soruşturmasına gerek olmadığını ileri sürdü ve olayın failleri 5 yıldır bulunamadı. 1990'dan beri devam eden soruşturmadan ise bugüne kadar hiç bir sonuç elde edilemedi. Çünkü olayın aydınlatılması için gerekli olan en önemli şahısların ifadesine başvurma ve konuşmaları engellenmişti. Mesela bunların başında, mezarlığın anahtarlarını elinde bulunduran Bekçi Kouhana geliyordu. Felix Germon'un cenazesini gören kişi olan bu bekçinin konuşması, 'ağzına geleni söyler' bahanesiyle yahudi idareciler tarafından engellendi. Bilinen, 14 Mayis 1990 tarihinde Komünist Parti liderinden, Cumhuriyetçi Parti liderine kadar, pek çok siyasinin katildigi 80 bin kişilik grubun, Paris'te İsrail bayrakları altında yürüyerek olayı lanetlediği.

İşte bu ortamda verilen kanun teklifi Meclis Başkanı Laurent Fabius'un emriyle gündeme alındı. 48 saat içerisinde görüşülmesine başlandı ve süratle kanunlaşarak 13 Temmuz 1990'da yürürlüğe girdi. Böylece Fransa gibi bir ülkede siyonizm aleyhine olur korkusuyla, tarihi bir olayın kritiği yasaklandı. Bu başarılı sonucu Fransa Başhahamı Sitruk, Izak Samir'e 8 Temmuz 1990'da şöyle müjdeliyordu: 'Her Fransa yahudisi Israil'in bir temsilcisidir. Sizi temin ederim ki, her Yahudi Fransa'da, sizin savunduğunuzun müdafaasını yapmaktadır.' İşte Fransız fikir suçu kanunu böyle bir ortamda çıkıyordu.

Burada Yahudi lobisinin gösterdiği hassasiyet üzerinde düşünmek ve aynı zamanda çifte standartçılığını göstermek açısından hiçbir Fransiz gazetesinde yer almayan bir olayı hatırlamamak mümkün değil. Gerçekten 2 Mart 1984 günü Tel Aviv yakınlarındaki Rishon Letzion Yahudi mezarlığında da benzer bir olay cereyan ediyordu: Bir kadının cesedi mezarından çıkartılarak Yahudi mezarlığının dışına fırlatılmıştı. Fakat hiçbir Yahudi'den çıt çıkmamıştı. Çünkü Teresa Engelowicz adındaki bu kadın Yahudi bir erkekle evli olan Hristiyandı. Yahudi kökten dinciler onun Yahudi mezarlığındaki varlığını bir kir olarak kabul ederek mezarlıktan çıkartılmasını istemişlerdi. Kendi ölüleri için bu kadar hassas olan Yahudiler, çöl gibi bir toprak aldıklarını ilan edebilmek için, yüzlerce köy ve mezarlığı mezarlarıyla beraber buldozerlerle dümdüz etmişlerdi. Nitekim bugün Kudüs'teki Agron Sokağı ve Tel Aviv'deki Hilton Oteli yok edilen müslüman mezarlıklar üzerine inşa edilmişti.

GÜRÜLTÜ KOPARTAN KİTABIN ÖZETI

Genel çerçeve ile ilgili söylenenleri burada bırakıp, Israil Politikasının Kurucu Efsaneleri adlı kitapta ele alinan konulara bakalım. Kitap, "Vaadedilmiş toprak", "Seçilmiş halk", "Yuşa Efsanesi: Etnik temizlenme", "Anti-faşist siyonizm", "Nuremberg Adaleti", "Altı milyon kurban", "halksız toprak" efsaneleriyle, ABD ve Fransa'da Yahudi lobileri gibi konulari etraflıca ele alıyor. Ekte ise siyonizme itiraz eden Israil'deki "yeni tarihçiler"den bahsediliyor.

Garaudy, kitabının gayesini şöyle özetliyor: "Batı tipi gelişmenin sınırları olan Ortadoğu petrolünü sahiplenmek isteyen, dünyanın geçici efendisi ABD'nin batmaz nükleer uçak gemisi, Israil tanrisi yerine Israil Devleti'ni ikame etmekten ibaret olan politik siyonizmin sapkınlığını ortaya koymak" (sh. 7-8). "Vahyedilen metinleri integrist bir tefsirle efsaneyi tarihe çevirerek saldırılarına teolojik bir gerekçe oluşturan iddiaların perdesini kaldırmak..." (sh 9). "Israil Devleti, Arap ülkesi Yahudiler'den olustuğu halde, Israil Devleti'ne "Soykırıma Tanrı'nın cevabı", Hitler katliamından arta kalan Yahudiler'in tek sığınağı efsanesi maskesini indirmek (...) "Zira rakamları şişirmek gerekiyordu. Mesela, 1994'e kadar Auschwitz anıtının plaketinde 19 dilde yazılı ifadeye göre kurbanların sayısı 4 milyon. Bugünkü yeni plaket ise 1.5 milyon kadar diyor" (sh. 9-10).

-Kitabımda yerilen siyonizm (Yahudi inancı, imanı değil) nedir? (sh. 15).
1- Bu (siyonizm) politik bir doktrindir (sh. 16).
2- Yahudilik'ten değil fakat 19. yy Avrupa milliyetçiliğinden doğmuş milliyetçi bir doktrindir. "Yahudi meselesi, benim için ne sosyal ne de dini meseledir bu milli bir meseledir" diyordu siyonizm kurucusu Theodore Herzl (sh. 16).
3- Siyonizm sömürgeci bir doktrindir (sh. 16). T.Herzl'in mektuplarında bu husus açıkça belirtilmektedir (sh. 17). (Kitabın ilerleyen sahifelerinde bu husus, ileri gelen Yahudi aydın ve din adamlarının politik siyonizme itirazlarıyla birlikte açıklıkla ortaya konmaktadır.)

POLİTİK SİYONIZMIN TEFSİRİ

"Şayet biz Tevrat'ın sahibi isek ve kendimizi Tevrat'in kaimi olarak kabul ediyorsak. Tevrat'ta geçen bütün topraklara sahip olmak zorundayız." Moşe Dayan, Jeruselam Post, 10 Ağustos 1967 (sh. 30). Bu ilginç tefsir medodu yüzünden 25 Şubat 1994 günü Doktor Baruch Goldstein, camide ibadet eden Araplar'ı katledebildi. 4 Kasım 1995 günü ise, Yigal Amir "vadedilmiş toprakları" Araplar'a veren Izak Rabin'i tanrının ve "Israil Savasçıları" grubunun emriyle katletti" (sh. 30)."Dünya nüfusu ikiye ayrılabilir: Israil ve blok halinde geriye kalan bütün milletler. Israil seçilmiş kavimdir. Bu temel dogmadır." (sh. 42). (Haham Cohen, Le Talmud, Payot Yay. Paris, 1986.)

Garaudy kitabının ilerleyen sahifelerinde ''vadedilmiş topraklar'' ve ''seçkin halk'' efsanelerinin hiçbir hukuki ve dini kaynağı olmadığını gösterdikten sonra, ırkçı iddialarının Hitler ve ekibine ilham kaynağı olduğunu iddia etmektedir. Nuremberg mahkemesinde, ırkçı kanunların çıkarılması ile ilgili sorulan bir soruyu ırk ''teorisyeni'' Julius Streicher şu şekilde cevaplıyordu: ''Evet bu kanunların çıkarılmasına katıldım. Öyle ki Alman kanının Yahudi kanına karışmasını engellemek gerektiğini yazıyordum. Bu anlamda makaleler yazdım ve Yahudi ırkını veya yahudi halkını model olarak almak zorunda olduğumuzu devamlı tekrarladım. (...) Çünkü Yahudiler sahiplendikleri ırk kanununa göre, Musa Kanunu'na göre hareket ediyorlar. Bu kanun söyle diyor: ''Sayet yabanci bir ülkeye giderseniz onların kadınları ile evlenmemelisiniz''. Evet beyler, Nuremberg kanunlarını bu görüş çerçevesinde yargılamanız gerekir. Zira bu kanunlar Yahudi kanunları model alarak hazırlanmışlardır.'' (Kaynak: Büyük harp suçluları mahkemesi, Nuremberg Askeri Mahkemesi; 14 Kasim 1945 - 1 Ekim 1946). Fransizca resmi metin, 26 Nisan 1946 duruşması, Cilt XII, Döküman 321) (sh. 60-61)

Kitabın bundan sonraki bölümünde, Yahudi önderlerin, iddia ettikleri gibi antifaşist olmadıkları aksine temiz kanı savunan Hitler'i kendilerine yakın bulduklarını ve Yahudiler'in Filistin göçünü sağlamak ve bir Yahudi devleti kurmak için İngilizler'e karşı Nazi Almanyası ile işbirliği yaptıklarını ve kendi soydaşlarına, Filistin'e göçe zorlamak için yaptıkları acımasız icraat ve tertibler hem de Yahudi belgeleri ile anlatılıyor uzun uzun.

Garaudy kitabının Yahudi katliamı, gaz odaları ve Nuremberg mahkemesinin işleyişi ile ilgili bölümünde ise yapılan manipülasyonları, hileleri ve Yahudi kinini, İngiliz, Amerikalı katliamlarına (II. Dünya Savaşı'nda) belgeleri ile gözler önüne seriyor ve iddiaların çok aşırı şekilde abartıldığını ortaya koyuyor. Bir örnek olmak üzere, 1942 yılında yani harp esnasında, bir Amerikan Yahudisi olan Theodor Kzufman, ''Almanya yok olmalı'' adlı kitabında şu teklifi yapıyor: Almanlar, ne olurlarsa olsunlar (anti-nazi, komünist hatta Yahudi bilimci) yaşamaya hakları yoktur. Netice olarak, harp sonrasında 20 bin doktor, her gün 25 Alman erkeğini kısırlastıracak şekilde seferber edilmeli; öyle ki üç ayın sonunda üreyebilecek tek Alman kalmamalı, böylece 60 yılın sonunda Alman ırkı toptan yok olmalı'' (sh. 100).

Kitabın bu bölümünde, ''Nil'den Fırat'a kadar sana verdim'' iddiasi gereğince, Araplar'ın Filistin'den nasıl, çeşitli oyunlarla sürüldükleri ve Yahudiler'in yerleştirildiği anlatılmaktadır. (sh. 169-190). Üzerinde düşünülmesi gereken husus, Golda Meir'den Menahem Begin'e bütün Yahudi liderlerin bu ideale bağlılıkları ve bu konuda hiç bir ahlaki ve hukuki kural tanımamalarıdır. ''Israil'in kurulması, bizzat tanrının vadettiği vaadin gerçekleştirilmesinden ibarettir. Meşruluğunu tartışmak gülünç olacaktır.'' (sh. 170, kaynak Le Monde 17 Ekim 1971, Golda Meir). ''Bu toprak bize vaadedildi. Üzerinde hakkımız var'' (sh. 170, M. Begin, Oslo, 12 Aralık1978). ''Statüko sözkonusu olamaz. Biz, genişlemeye yönelik dinamik bir devlet kurduk''. (sh. 171 Ben Gaurion)

ABD VE FRANSA'DA YAHUDİ LOBİSİ

ABD'de 6 milyon Yahudi yaşıyor. Bunlar hem maddi güç olarak hem de seçmen olarak Amerikan hükümeti olağanüstü etkilemektedir. Bu hususta Garaudy şu örnekleri veriyor: "Israil Başbakanı, ABD'nin Ortadoğu politikası üzerinde kendi ülkelerinin politikası üzerindeki tesirinden çok daha fazla söz sahibidir" (sh. 193, Kaynak: Paul Findley, They dare to speak out, p. 92). "Israil'i ilgilendiren hiç bir karar, Israil'e derhal haber verilmeden, hükümet seviyesinde karara bağlanamaz" (sh. 209, Kaynak: Adlai Stevenson, ABD eski baskan adayi, Foreign Affairs, 75-76 kis sayısı).

Garaudy'ye göre, Fransa'da yüzde 2 oranında olan Yahudilerin özellikle basın-yayın organlarındaki hakimiyetleri tamdır. Bunlar bir orkestra halinde, Filistinli çocukların taşlı mücadelelerini "terörizm", binlerce insanın ölümüne sebep olan Israil'in Lübnan işgali ve terörüne ise "Galile Barışı" demektedirler.

Bütün Fransız Başkan adaylarının, adaylığını koymadan önce Israil'e gidip icazet istediklerini söyleyen Garaudy şu görüşlere yer veriyor: "En son şimdiki cumhurbaşkanı Jacgues Chirac, gayri meşru Vinchy hükümetini tanıyarak Yahudiler'in arzusunu gerçeklestirdi. (Almanlar'la işbirliği yapan bu hükümetin Yahudiler'e zulmettiği iddia ediliyor) Ancak siyonizmin bu tesirini sadece De baulle ifadeye cesaret edebilmiştir. 1982'ye kadar bütün Fransız yayıncılar benim kitaplarımı basarlardı. 1982'de Israil Meselesi adli kitabimdan sonra özür dileyerek yayıncılar benden yüz çevirdiler ve adı geçen kitabımı basan kitapevi iflas etti." 

İNGİLTERE, OSMANLI'DA NİÇİN BANKA KURAR? KENDİ BELGELERİYLE MÜTHİŞ İFŞAAT!


İNGİLTERE, OSMANLI'DA NİÇİN BANKA KURAR?


Merak edenlere 14 yıl önce yayınlanmış güzel bir makale ve sonunda sömürgeci zihniyeti deşifre eden orijinal bir belge. Araştırmacı-yazar Reşat Kasaba beyefendiye bu güzel çalışması için teşekkürü bir borç biliyoruz: XIX. Yüzyılın ilk yarısında İzmir'de bir İngiliz Bankası:

***
İZMİR TİCARET BANKASI

Osmanlı İmparatorluğu'nda kurulan ilk banka olarak genellikle Osmanlı Bankası bilinir. Halbuki, Osmanlı Bankası'nın kurulduğu tarih olan 1863'ten yirmi yıl önce, Osmanlı İmparatorluğu'nda ikisi İzmir'de ve biri İstanbul'da olmak üzere üç banka kurulmuştu. İzmir'deki bankalardan biri (İzmir Bankasi) kurulduğu yıl Osmanlı hükümeti tarafından kapatıldı. İstanbul Bankası ise varlığını yedi yıl kadar sürdürdü, ama kuruluş amacı olan Osmanlı parasının ve mali sisteminin düzeltilmesini sağlayamadan iflas etti. Bu yazıda üzerinde etraflıca duracağımız İzmir Ticaret Bankası (ITB) ise kuruluş biçimi ve amaçları açısından bir çok özelliği olan önemli bir girişimdi.

KURULUŞ İNGİLTERE'DE

İzmir Ticaret Bankası'nın kuruluşunu izlemek için 1843 yılına dönmemiz gerekiyor. O tarihte Osmanlı İmparatorluğu ile ticaret yapan otuz İngiliz firması İngiltere hükümetine başvurarak İzmir'de kurmayı tasarladıkları bir banka için izin ve onay belgesi istediler (1). Salt bu başvuru ITB'ye İngiliz bankacılık tarihinde de özel bir yer kazandırıyordu. Asıl faaliyeti yabancı bir ülkede yoğunlaşacak bir bankanın İngiltere'de kurulmak istenmesi alışılmamış bir durumdu. İngiliz Ticaret Bakanlığı bu gerekçeye dayanarak ilk başvuruyu hemen geri çevirdi. Bunun üzerine ikinci bir dilekçe hazırlayan girişimciler neden böyle bir yönteme başvurduklarını açıkladılar. Buna göre bankayı İngiltere'de kurmak istemelerinin en önemli nedeni, sermayeye katkıda bulunacak pay sahiplerinin korunmasıydı. Böyle bir güvence olmazsa İngiliz sermayedarları bankanın borçlarından tek tek sorumlu tutulabilir bu koşullar altında da Osmanlı İmparatorluğu gibi uzak ve güvensiz bir ülkede kimse yatırım yapmak istemezdi. Ayrıca, sınırlı sorumluluk ilkesi ve hükümet garantisi, girişimcileri Osmanlı İmparatorluğu'nda yatırım yapmış olan diğer Avrupalı sermayedarlarla eşit duruma getirecekti.(2) Bu ikinci dilekçenin diğer bir bölümünde belirtildiğine göre, imparatorluğun doğal kaynakları o zamana kadar sermaye darlığı nedeniyle işlenip pazarlanamamış, bu yüzden gelişemeyen ihracat da osmanlıların satın alma gücünü sınırlamıştı. İzmir Ticaret Bankası, vereceği düşük faizli kredilerle bölgedeki para kıtlığına çözüm getirecek ve İmparatorluğun İngiliz malları için bir pazar olarak gelişmesine katkıda bulunacaktı. (3)

"Anadolu'nun en değerli ürünleri İzmir'de toplandığı için" (4) bankanın merkezi olarak bu sehir seçilmişti. Londra'daki şube İngiliz ihracatçılarına Osmanlı İmparatorluğu'nda verilen senetlerin paraya çevrilmesi için gerekli olanakları sağlayacak, İmparatorluğun çesitli yerlerindeki şubeler ise para ve senetlerin hızla ve güvenle dolaşımına aracılık edeceklerdi. Böylece iç bölgelerde para ve kıymetlı maden taşıma zorunluluğu ortadan kalkacaktı. Girişimciler, yerel tüccarların iç bölgelerdeki etkinliklerine son vermek için İngiliz tüccarlarına yardım etmeyi de planlıyorlardı. Buna ek olarak, yerel tüccarların tasarruflarının zamanla bankanın kasasına akacağını da umuyorlardı. (5)

İngiliz Ticaret Bakanlığı birinci dilekçeye itiraz ederken belli başlı üç neden daha öne sürmüştü. Bunlardan birincisi, Osmanlı hükümetinden izin almadan böyle bir girişimin onaylanmasının uygun olmayacağıydı. Girişimciler buna cevap olarak, banka kurulmadan önce izin istenirse Babiali'nin ya izin vermeyeceğini ya da kendilerini uzun süre oyalayacağını ileri sürdüler. İstanbul'da Osmanlı maliyesi üzerinde etkisi olan bir takım kişiler imparatorluğun mali sistemindeki düzensizlikleri gidermeyi amaçlayan böyle bir kuruluşu engellemeye çalışacaklardı. Çünkü ülkeye ve ticarete sonsuz zarar veren bu düzensizlikler, kendilerine çesitli kazanç imkanları açmıştı. Ama, bankanın kuruluşu tamamlandıktan sonra ülkeye sağlayacağı yararlar, Babiali'nin kuşkularını giderecek, 'değil izin her türlü yardımın alınmasını kolaylaştıracak'tı. (6)

İngiliz Ticaret Bakanlığı'nın itirazina yol açan 2. neden böyle ayrıcalıklarla ve resmi destekle güçlendirilmiş bir İngiliz firmasının diğer Avrupa hükümetlerinin tepkisine yol açma olasılığıydı. Girişimcilerse İngiliz hükümetinden istenen desteğin kendilerine herhangi bir ayrıcalık vermeyeceğini, tam tersine, tek isteklerinin Osmanlı İmparatorluğu'nda diğer ülkelerin koruması altında çalışan firmalarla eşit düzeye gelmek olduğunu savundular. (7)

3.olarak, Ticaret Bakanlığı, ITB'nin İngiliz ticaretinde tekelci bir konum edinmesi tehlikesinden bahsetmiş, bunun da İngiliz tüccarlarının rekabete dayalı çıkarlarını olumsuz yönde etkileyebileceğine değinmişti. Kurucular, bankacılık dışında hiçbir faaliyete katılmayı planlamadıklarını, zaten müşteri olarak çekmeye çalıştıkları tüccarlarla rekabete girişimlerinin anlamsız olacağını söylediler. Ek bir güvence olarak, kendilerine ticari nitelikteki tüm faaliyetleri yasaklayan bir genelgeye uyacaklarini bunun tesbiti için de hesaplarının belli aralıklarla İngiliz hükümeti tarafından denetlenmesine karşı çıkmayacaklarını belirttiler. (8)

Bu ikinci dilekçede sıralanan gerekçeler Ticaret Bakanlığı'nı olumlu yönde etkilemiş olsa gerek ki 1844 yılının ilk yarısında tüm formaliteler tamamlandı ve ITB Londra'da kuruldu. (9)

Kuruluş belgesi bankanın sermayesini 200 bin sterling olarak belirliyordu. Bu para, 1000'er sterlinlik 200 paya ayrılacaktı. Kuruluş amacı, 'İzmir'de, para basmak dışında her türlü bankacılık işlemini yapmak' şeklinde belirtilmişti. (10)

Bankanın genel yönetim kurulu Londra'da olacak, bu kurul dış ülkelerdeki çalışmaları İzmir'de bulunduracakları bir yerel yönetici aracılığıyla denetleyecekti. IBT, kuruluş biçimi, sermayesinin hacmi ve öngörülen çalışma alanları bakımından dış ülkelerdeki diğer İngiliz bankalarının çok önündeydi. Buradan şunu belirtelim ki, İngiltere'de hükümetinden izin alarak Londra'da kurulma yöntemini, dış ülkelerde ITB'den sonra kurulan bankalar yaygın bir biçimde benimsediler. (11)

Girişimcilerin ilk dilekçesini izleyen yazışmalardan anlaşıldığına göre, ITB hiçbir zaman salt yerel bir banka olarak tasarlanmamıştı. Bankanın geniş kapsamlı bir mali örgüt olarak Osmanlı hükümetine bir çok alanlarda yardım edebileceği ve bu yoldan edineceği siyasi ağirlığını İngiliz hükümetinin yararına sunacağı sık sık belirtilen noktalardandı. (Kupürünü yayınladığımız belge) (12)

(...) Hem girişimciler, hem de İngiliz hükümeti ITB'yi salt bir banka olarak değil, uzun dönemli amaçları yolunda önemli bir araç olarak görüyorlardı. Bu nedenle de İngilizler aynı tarihlerde kendi denetimleri dışında gelişen bankacılık deneyimleriyle hemen hemen hiç ilgilenmediler.

(...) Ne var ki, edindiği çok yönlü güce, İngiltere hükümetinin sagladığı desteğe ve amaçlarıyla İngiltere'nin siyasi/ekonomik çıkarları arasındaki koşutluğa ragmen ITB macerası başarısızlıkla sonuçlandı.

(...) ITB'yi etkisiz kılan asıl unsur, yerel tüccarların bölgedeki ticaret ağları üzerine kurmuş oldukları yaygın denetim gücüydü. Çoğunluğu gayri-müslim olan bu grubun güçlenmesi Napolyon Savaşları sırasında Fransızların Dogu Akdeniz'den çekildiği yıllara rastlar. Bu aracılar, ticaretin yanında her türlü bankacılık işlemlerini görüyorlar ve iltizam anlaşmalarına da geniş bir biçimde katılıyorlardı.

Dipnotlar
1- İzmir Ticaret Bankası ile ilgili belgeler İngiliz Devlet Arşivlerinde (Public Record Office), Ticaret Bakanlığı (Board of Trade) tasnifinde BT 1/569 numaralı dosyada bulunuyor.
2- BT 1/569, Belge (B) 2, s.1,2
3- Ibid. s. 3.
4- Ibid. ve aynı yerde belge 4.
5- Aynı yerde belge 2, s.4.
6- Ibid. s.5.
7- Ibid. s.6.
8- Ibid. s.7.
9- Büyük bir olasılıkla, ITB, Türkiye'de kurulan ilk modern banka niteliğini taşıyordu. ITB ve onun çagdaşı olan İzmir Bankası'ndan söz eden görebildiğim tek kaynak Zafer Toprak'ın Türkiye'de Milli İktisat'ıdır. Bkz. s.135.
10- BT 1/569, B 5.
11- Bkz. A. Baster, 'The Origins of British Banking Expansiyonin the Near East', Economic History Review, Cilt 1, Ekim 1934, s.78.
12- BT 1/569, B 3 (Ticaret Bakanlığı ile ITB'nin kurucuları arasındaki yazışmalar).




İŞTE BELGE'NİN İÇERİĞİ

Türkiye'de Kurulması Düşünülen İngiliz Bankası'na İlişkin Rapor
(Kaynak: İngiltere Arşivleri, Board of Trade, Dosya No: B.T. 1/569, Belge no: XC/A 046442 Tarih: 1843)

Türkiye'de kurulması amaçlanan İngiliz Bankası'nın İngiltere'nin bu ülkedeki siyasal etkisinin artmasına katkıda bulunacağı bildirilmektedir. Asağıdaki notların dikkate alınması önerilmektedir.

1- Dünyanın hiçbir ülkesinde sermayenin gücü herhangi bir mali düzenin olmadığı ve devlet görevlileri arasında rüşvetin yaygın olduğu Türkiye'deki kadar fazla değildir.

2- Sözkonusu Banka, Türkiye Hükümeti'ne önemli miktarlarda mali yardımda bulunabilecektir; bu durum da bir siyasi etkinlik kaynağı oluşturacaktır.

3- en önemli devlet görevlileri genellikle olmasa da sık sık en fazla parayı verenin eline geçmektedir; bankanın bu atamalar üzerinde ara sıra dolaylı bir etkisi olabilir.

4- Türkiye İmparatorluğu'nda devlet gelirleri son derece yetersiz bir biçimde toplanmakta, tahsildarların spekülasyonları nedeniyle ortaya büyük kayıplar çıkmaktadir. En önemli yörelerde banka devlet gelirlerinin toplanmasına yardım ederek Babiali'ye önemli yardımlarda bulunabilir.

5- Banka yüksek devlet görevlilerinin hesaplarını tutarak onlara önemli kolaylıklar sağlayacaktır.

6- Halen bu işi yapmakta olan özel firmalardan daha büyük kolaylıklar sağlayacağı için, Mısır vergisi, banka yoluyla Türkiye'ye aktarılabilecektir.

7- Büyük bir olasılıkla Banka, Babiali'den özel bir imtiyaz elde ederek Türkiye'de toprak tutma hakkını sağlayabilecektir. Yukarıdaki en önemli noktalara ek olarak, Banka, pek çok diğer vesileyle de Türkiye'deki İngiliz siyasal etkisinin artmasına katkıda bulunabilecektir.

Kaynak: Reşat Kasaba. Tarih ve Toplum. Temmuz 1987. shf: 57-58. 

ZİYA GÖKALP'İN KÜRTÇÜLÜĞÜN ESASLARI KİTABI NASIL KAYBEDİLDİ?

Bilindiği gibi, Ziya Gökalp, Türkçülüğün ve Kemalizm'in en önemli fikir babaları arasında yer alıyor. Kürtçülüğün Esasları adlı bir kitaptan ve Kürt Lügati'nden kimler niçin rahatsız olmuş olabilir? Gökalp'in dramatik dönüşümünün belgesi olan kitabı bizlerden kim saklıyor? Sami Hocaoğlu'nun (Mustafa İslamoğlu) Yeni Şafak'taki yazısı.


ZİYA GÖKALP'İN KİTABINA NE OLDU?

Kitaplar da faili meçhul (ya da meşhur) cinayete kurban gider mi? Çok klasik gelecek ama, burası Türkiye; değil kitapların, tarihi binaların kapı alınlıklarındaki canım hüsn-i hatların dahi hoyratça kazıtıldığına yüzlerce tarihi eser tanıklık eder. Kürtçülükten Türkçülüğün teorisyenliğine terfi eden Ziya Gökalp'in Türkçülüğün Esasları'nı yazmadan çok önce Kürtçülüğün Esasları'nı yazdığını su satırlarla duyurmuştum:

"Ziya Gökalp'in gençliğinde tanıştığı Abdullah Cevdet sayesinde ulusçu bir düşünceye eğilim göstererek yıllarını verdiği ilk kitabının adını öğrenmek istemez misiniz: Kürtçülüğün Esasları ve Kürt Lugati. Eğer birileri yerinden etmemişse, bu eserin Ziya Gökalp'in el yazısıyla olan aslı su an Sinop Dr. Rıza Nur Kütüphanesi'nde olması gerekiyor."

Bana ulaşan telefon ve mesaj trafiğinden, konuya ilgi duyanların sanılandan da çok olduğu anlaşılıyordu. Hatta bazıları ilgili kütüphaneyi telefonla aramışlardı bile. Fakat, kütüphane yetkilileri, kütüphanelerinde Ziya Gökalp'in "Bazı Kürt Aşiretleri Üzerine Araştırmalar"ının bulunduğunu, adı geçen eserin mevcut olmadığını söylemekle yetiniyorlardi. Ben ise, halen dostum olan ve birçoğumuza zamanında üstadlık yapmış olan bir büyüğümüzün 70'li yıllarda kaleme aldığı bir eser için bu kitaba müracaat ettiğini ve kitabı bizzat yerinde görüp alıntılar yaptığını biliyordum. Kitabın varlığından emindim emin olmasına da, içime bir kurt düşmüştü: Geçenki yazıda dile getirdiğim "eğer birileri yerinden etmemişse" endişemde, haklı mı çıkmıştım yoksa?

Evet, maalesef öyle! Yaptığım kısa bir araştırma sonucunda endişemde haklı olduğumu anladım; kitap yerinde yoktu. Beni bir merak sardı; bu kitaba ne olmuştu? Eser, siyasal ve tarihi açıdan sıradan bir eser değildi; resmi ideolojinin yarı resmi ideoloğu sayılan bir şahsa aitti ve böyle bir eserin varlığı "Atatürk milliyetçiliği" tezinin ne kadar naiv temeller üzerine bina edildiğini gösterirdi. Gökalp'in el yazısıyla yazılmış olan bu eserin bilinen ikinci bir nüshası da yoktu. İşin kötüsü, bilgisine başvurduğunuz alt kademeden memurlar, bilgi vermekten çekiniyorlardı. Araştırmamızın sonunda, kitabın adına kütüphane kayıtlarında ulaşabilmiştik. Evet, Gökalp'in kitabı on yıllardan beri kütüphanedeki yerinde himmetlisini beklemişti. Fakat, bir gün gelmiş kitap, acele olarak "çok özel" bir emirle Ankara'dan istenmiş ve kitap 'Ankara'ya gönderilmişti.

Buraya kadar normal sayılabilir. Beni olduğu gibi, siz okuyucularımı da asıl şaşırtacak nokta, kitabın Ankara'dan istendiği günün tarihi. Hadi, tahmin edin bakalım? Ben söyleyeyim:

12 Eylül 1980

Evet, evet! Tam darbenin yapıldığı ilk gün. Şimdi şu soruyu sorduğunuzu duyar gibiyim: Yahu darbeciler yememiş içmemiş, daha darbe yaptıklarının ilk günü Sinop'taki bir kütüphanede mevcut bir kitabın peşine mi düşmüşler?

Evet, öyle görünüyor. "Niçin"i üzerine söylenecek çok söz var. Bu "niçin"i, sistemin ürettiği kendi korkularında aramak gerek. Bu korku, kimi zaman, sistemin koruyuculuğuna soyunanlara, bu ülkenin hafızasını yok etmek, tarihini kundaklamak, arşivlerini fail-i meçhule kurban etmek gibi cinayetler işletebiliyor. İşte, "fail-i meçhul"e kurban gidiş hikayesini burada aktardığımız bu kitap da, binlerce örnekten sadece biri. Birileri, adeta, panik halinde suç delillerini yok etmek için eline geçen her şeyi şömineye atan bir suçlu psikozu içerisinde, kendi kurguladığı resmi teze aykırı ne varsa, acımasızca yok ediyor. İşinin ehli her araştırmacı, bu bilinçli tarih cinayetinin farkına varır. Murat Bardakçı da bunlardan biri. O da Şah Baba'yı yazarken fark etmiş. Şöyle diyor: "Milyonlarca evrakın yer aldığı Başbakanlık Osmanlı Arşivleri'nde bugün Sultan Vahideddin'le ilgili ise yarar tek bir siyasi belge bulunmuyor. Varolanlar sadece nisan tevcihi, cülus yıldönümü kutlaması yahut doğum günü tebriki gibisinden beşinci, onuncu derecedeki protokol yazışmaları... İşin vahim tarafı, arşivlerde bulunması gereken siyasi belgelerin şimdi nerede olduğunu kimselerin bilmemesi... Tarihin eksik şekilde kaleme alınmasıyla neticelenen böyle bir bilinmezlik karşısında söylenecek birkaç kelime var: Ayıp, yazık ve günah!.."

Ya diğer kitapların, arşiv belgelerinin başına gelenler? Her birinin hikayesi en az bu kadar dehşet verici en az bu kadar hazin. Hâlâ yok edilemeyip şurada burada gözden kaçanlar da var; var fakat, onların da yanına yaklaşmak için "efsunlanmış" olmak gerekiyor; "efsunlanmış"lar dışındaki arastırıcıların görmesini istemedikleri belgeler için buldukları bir de gerekçe var: "Tasnif dışı"(!)

İmdi, "Gökalp'in kitabına ne oldu?" sorusunun cevabını bir tek 12 Eylül paşaları biliyor. "Bunun hesabını ve kitabın akibetini soracak bir makam yok mu?" diyeceğim ama, "devlet"ten hesap sormak kimin haddine? Oysa ki, "devlet" herkesten hesap sorar, değil mi?

(11.6.1999 Yeni Şafak)

NOT: T.C. Milli Kütüphanesinde Ziya Gökalp'e ait Kürtlerle ilgili sadece bir kitap kayıtlı: Ziya Gökalp, 1876-1924, Kürt Aşiretleri Hakkında İçtimai Tedkikler. 

KİM KURDURTUYOR BU PARTİLERİ?


KİM KURDURTUYOR BU PARTİLERİ?

MUSTAFA AYDIN

Merhum Tuğgeneral Sami Karamısır'ın 1993'te Zaman gazetesinde yayınlanan ve 1994'te Türkiye'nin Siyasi Meseleleri adıyla kitaplaşan yazısında tarihi bir tanıklığa yer veriliyor ve hayatta olanların cevap vermesi isteniyordu. Aradan geçen zaman içinde Karamısır paşa hayata veda ederken, son olarak yakın tarihin en önemli tanıklarından Osman Bölükbaşı da bu tarz 'ince' konularla ilgili hiçbir açıklama yapmadan bu dünyadan ayrıldı. Türk siyasetini parçalayan, kendini 'fırtına' sanan liderler üreten 'dahili' ve 'harici' lobilerin, güç odaklarının başarısı görüldüğünde, bu yazının önemi bugün çok daha fazla ortaya çıkıyor.




'Yazıma 32 yıl öncesinden bir hatıramla başlamak istiyorum. 1961'de yapılan seçimlerden sonra teşekkül eden Meclisin açılıp açılmayacağı hakkında tereddütler vardı. Biz Harp Akademilerinde öğrenci idik. Günlerden bir gün büyük toplantı salonunda toplanmamız emredildi. Salonda yalnız biz öğrenciler değil, bütün Harp Akademileri mensupları toplanmıştı.

Toplantıda Harp Akademileri Komutanımız o zamanki rütbesi ile Tuğgeneral Faruk GÜRLER güncel olaylarla ilgili çok önemli bir konuşma yapacaktı . Komutanımız kürsüye çıktı ve bunca yıldan sonra aklımda kalan şekliyle mealini aşağıda arz edeceğim konuşmayı yaptı. O devrin tarihini yazmak isteyen tarihçilerimize henüz olayın bütün canlı şahitleri ölmeden önce (misal olarak en önemli şahit muhterem Osman BÖLÜKBAŞI) ışık tutmak ve bugün ülkemizde yaşanan parti kurma enflasyonuna aynı paralelde dikkatleri çekmek arzusu bizi bu hatıramızı yazmaya sevk etti.

O devirde başında devrin Genelkurmay Başkanı sayın Cevdet SUNAY'ın bulunduğu, Genel Sekreterliğini Harp Akademileri Komutanı sayın Faruk GÜRLER'in yaptığı yarı açık, yarı gizli Silahlı Kuvvetler Birliği isimli bir teşkilat vardı. Bu teşkilat yeni teşekkül eden TBMM'nin açılıp açılmayacağına devrin Cumhurbaşkanı sayın Cemal GÜRSEL'in başkanlığında köşkte toplanacak devrin siyasi partilerinin liderleri, CHP lideri sayın İsmet İNÖNÜ'yü, Adalet Partisi lideri sayın Ragıp GÜMÜŞPALA'yı Yeni Türkiye Partisi lideri sayın Ekrem ALİCAN'ı ve Millet Partisi lideri sayın Osman BÖLÜKBAŞI'yı dinledikten sonra karar vermeyi kararlaştırmıştı.Bu kararın gereği olarak Silâhlı Kuvvetler Birliği'nin mensupları köşke gittiklerinde, köşkün alt salonunda devrin siyasi partilerinin Genel Sekreterleri başlarında CHP Genel Sekreteri sayın İsmail Rüştü AKSAL olmak üzere esas duruşta kendilerini karşılıyorlardı.

Yukarıya çıktıklarında da sayın Cumhurbaşkanı ve parti liderleri ayakta bekliyorlardı. Komutanımız bu durumu anlatırken, biraz da tefahürle 27 Mayıs harekatını da ima ederek biz yaşlılar yaparsak işte böyle yaparız demişti. Yukarıdaki toplantıda, selâm faslından sonra Silâhlı Kuvvetler Birliği Başkanı sayın Cevdet SUNAY ilk sorusunu ADALET PARTiSi Genel Başkanı sayın Ragıp GÜMÜŞPALA'ya bu şekilde yöneltmiş.

-- Sayın Paşam, her ağzınızı açtığınızda 46 yıllık şerefli askerlik hayatınızdan söz ediyorsunuz. O kadar şerefli idiniz de siyasi parti kurup bu kuyrukları niçin başırhza topladınız?

Sayın Ragıp GÜMÜŞPALA Paşanın cevabı şöyle olmuş.

–- Aslında benim parti kurmak gibi bir niyetim yoktu. Birgün Cumhurbaşkanımız sayın Cemal Gürsel beni çağırdı ve benden Demokrat Partilileri toplayacak yeni bir parti kurmamı istedi, aksi halde büyük çoğunlukla sayın Osman BÖLÜKBAŞI 'nın MiLLET PARTİSİ'nin iktidar olabileceğini, bunun ise arzu edilmeyen sonuçlar doğurabileceğini söyledi. Bu emir üzerine ADALET PARTİSİ'ni kurdum. Defaatla, siyasi partilere alınmayacakları MBK'nın tespit edip ilan etmesini istedim. Böyle bir yasaklamaya gidilmedi. Ben de partiye girmek isteyen herkesi almak zorunda kaldım. Bunun üzerine sayın Cevdet SUNAY, YENi TÜRKİYE PARTİSİ Genel Başkanı sayın Ekrem ALİCAN'a döndü ve ikinci sorusunu ona sordu.

–- İhtilalin anlı şanlı Maliye Bakanı, siz Yeni Türkiye Partisini niçin kurdunuz?

Sayın Ekrem ALiCAN'ın cevabı da şöyle olmuş.

–- Benim de parti kurmaya niyetim yoktu. Birgün sayın Cumhurbaşkanı beni çağırdı. Parti kurmamı istedi. Aksi halde, ya Millet patisinin. –ya da Adalet partisinin– tek başına iktidar olabileceğini, bunun ise beklenmeyen durumlar meydana getirebileceğini söyledi. Partiyi kurduktan sonra ben de partilere giremiyeceklerin MBK. tarafından belirlenmesini defaatla istedim, olmayınca müracaat eden herkesi partime almak zorunda kaldım.

Bunun üzerine sayın Cevdet SUNAY, Cumhurbaşkanı sayın Cemal GÜRSEL'e döndü ve sordu:

–- Paşam, bunlar neler söylüyorlar, söyledikleri doğru mu? Cumhurbaşkanı sayın Cemal GÜRSEL'in cevabı şöyle oldu.

–- Evet, doğru söylüyorlar. Bu şekilde hareket etmemi bana sayın İsmet İNÖNÜ, telkin etti. Bunun üzerine sayın Cevdet SUNAY'ın kendisine dönmesine fırsat vermeden sayın İsmet Ynönü sözü aldı ve şöyle söyledi.

–- Bunlar geçmiş olaylar Paşam. Şimdi biz bütün parti liderleri anlaştık. Bu olanlardan en büyük zararı gören sayın Osman BÖLÜKBAŞl'yı da kendimize sözcü seçtik. Hepimiz namına sizinle o görüşecek. Müsaade ederseniz biz bu Meclisi çalıştırırız efendim. Bundan sonra sözü sayın Osman BÖLÜKBAŞI aldı ve hepimizi ikna eden bir konuşma yaptı. Bu konuşmadan sonra seçimle teşekkül eden Meclisin açılmasına karar verdik.

O zaman, görünürde yeni partileri sayın İsmet İNÖNÜ kurdurtmuş. Ona da başkalarından telkin gelip gelmediği meçhul.

Şimdi sağı bölmek ve tek başına iktidar olmasını önlemek için bu küçük küçük partileri kimler kurdurtuyor? Herbiri birer namus abidesi olan bu partilerin liderlerini bir daha uyarıyorum. Durumları için bir iç kritik, bir nefis hesabı yapsınlar. Acaba partilerini kimler kurdurtuyor? Kurulanları için kimler destek oluyor? Sahiden bir oyuna gelmiyorlar mı? Kendilerine söylendiği gibi barajı aşıp Meclise en büyük parti olarak girebilecekler mi? Hepsine tavsiyem, etrafınızdaki onbinlere inanmayın. Türkiye'nin seçmen nüfusu 25 milyon civarındadır. Bu 25 milyon içinde herkese yetecek onbinler bulunabilir. Bu onbinlerle de tek başına iktidar olmak şöyle dursun baraj bile aşılamaz. En büyüğünüzün bile hayal sükutuna uğraması mukadderdir. Henüz fırsat geçmeden sizlerden hiçbir karşılık beklemeyen biz dostlarınızın sözlerine uyunuz ve ne olur birlesiniz; ne olur birleşiniz.'

Kaynak: Türkiye'nin Siyasi Mes'eleleri. Osmanlı Araştırma Vakfı Yayınları. İstanbul, 1994, shf. 85